İlgili yazı ve makaleler

Arif Feridun'la eski Lefke'ye yolculuk (1)

Kıbrıs Gazetesi - Ahmet Tolgay - 23 Ocak 2021

“Bir Zamanlar Lefke”, LAÜ öğretim görevlilerinden akademisyen yazar Elnur Ağayev'in Lefke'ye dair yayımladığı yeni kitaptır… Bu içerikli kitap dolayısıyla geçen Pazar KIBRIS'taki köşemde yayımladığım "Lefke Adamızın Efsane Beldesidir" başlıklı yazım üstüne gerek Kıbrıs'taki, gerekse Kıbrıs dışındaki sevgili Lefkelilerden ve Lefke sevdalılarından beklediğimin çok üstünde mesajlar almaktayım çeşitli kanaldan... Teşekkürler... Sadece Lefke'nin değil, Lefke sevdasının da bir efsane olduğu gerçeği çıkıyor ortaya böylece... Bu olağanüstü duyarlı mesajlara bir karşılık olarak, kendini ilgisizliğin odağında duyumsayan güzel Lefke ile ilgili irdelemelerimi sürdüreceğim şimdi 3 günlük bir röportajla sürdürüyorum… Konumuz yine bir zamanlar Lefke…     

                                                           ***

Okurlarım anımsayacaklardır… Yakın geçmişte bu köşede, değerli duayen mimarımız, yazar Arif Feridun’un çocukluk günlerine ilişkin Girne anılarını onun baldan da tatlı dilinden sunmuştum… Arif Feridun’un o röportajda yer alan fotoğrafını Lefke’de uzun yıllar yaşamış olan eczacı ağabeyi Kemal Feridun’a çok benzeten Lefkeliler kendisiyle temasa geçtiler… Dediler ki; “Bu vesileyle bize değerli Kemal Bey’i rahmetle anma fırsatını verdin… Güzel Lefke’miz için de geçmişin güzel anılarını, o günlerdeki gözlemlerinizle sunsanız ah ne güzel olur…”

 

“Hiç kırar mıyım ben sevgili Lefkelileri” dedi Arif Hocamız… Ve onunla bu kez eski Lefke anıları üzerine söyleşiye oturduğumuzda gerçekten dağarcığının o konuda da ne denli dolu olduğunu gördüm… Nostaljinin üstadı Arif Feridun harika bir insan… Keşke hiç durmamacasına o güzel anlatımıyla geçmişin tanıklığını dakikası dakikasına hep konuştursa… Söyleşimizde ta 1940’lı yıllara götürdü bizi… Doğum yeri Poli’yi başlangıç noktası alarak şöyle girdi söze:

 

“Aheste giden tahta kasalı otobüsle Poli’den ayrıldıktan dört saat sonra Dillirga’yı geçip Pirgo ve Başiammo’yu geride bırakırken, kulağınıza gelen Linu, Flasu, Evrihu, Gaziveran, Galabanayot diye çeşitli istikametlere yapılabilen aktarma çağrıları olurdu… Duran otobüsten inecek olanlar iner, otobüs de gıcırdayarak ve homurdanarak daracık bozuk yollarda yorgunca ilerlemeye devam ederdi… Derken, burnunuzu, midenizi ve damağınızı zorlayan o kebap kokuları ile Gemikonağı’na, yani o dönemlerdeki adı ile Xero’ya (Ksero)  geldiğinizi anlardınız. Bu geliş, ister Lefke’yi hedeflemiş Poli yönünden olsun, ister Lefkoşa’dan olsun, gelen her yolcunun hissettikleri idi. Yıl 1943...

 

Her yöne sağlanan ‘Leoforiyo’larla, yani otobüslerle Kakobedriya, Mudulla, Pedulla, Platres aktarmaları buradan başlayıp, Lefke üzerinden yapılır. Poli veya Lefkoşa istikametinden gelen yolcu olarak, tabii ki siz de aktarılıp buradan Lefke’ye gidebilirdiniz. Xero’ya vardıktan sonra Lefke iki buçuk mil uzakta… Konu etmeye çalıştığımız o güzel ve aydın kent…”

 

Söz doğrudan Lefke’ye gelince Arif Bey Lefke anılarının üç aşamalı zamanlamasını özetliyor: 

 

“Biz Lefkeye ailece üç zamanda taşındık.

 

İlki babamın becayişliği (tayini) ve orada Hükümet eczacısı olarak hizmeti. Yıl 1943… İkincisi eczacı Kemal ağabeyimin yengemle evliliği. Yıl 1947…

 

Ve toplumlar arası olayların Poli’deki inanılmaz, üzücü yıkımı nedeniyle annemin, babamın, Lefkoşa dönüşü Poli’ye dönemeyip çaresiz Lefke’de Kemal ağabeyimin yanında kalmaları. Yıl 1963…Kısaca 1943 ten beri Lefke ile bağlantımız hiç kesilmedi… Bugün rahmetle andığım büyüklerimizin Lefke’de yerini alan çocukları Oğuz, Feridun ve çok sık göremediğimiz yurt dışında yerleşmiş kardeşleri Fatin gibi sevgi dolu yeğenlerimizle, anılarla yüklü Lefke’mizde unutulmaz günlerimiz oldu… Poli’mizi çaresiz terk ettikten sonra, bizim en sık gittiğimiz yer olarak gönüllerimizde yer eden şirin bir kasaba… Vefalı çocuklarının candan ilgisi nedeniyle, halen dün gibi ayakta kalmayı başarmış hasret dolu izler, bizler için mutlulukların en büyüğüdür. Onları bu tarifsiz Lefke sevdaları ve geçmişe vefaları ile ne kadar takdir etsem azdır…”

 

Lefke’ye çıkarken yarı yolda Karadağ’dan maden yüklü gelen vagonlara rastlanır ve yol bir barikatla, vagonlar geçinceye dek 15-20 dakikalığına kesilirdi… Eğer maden yüklü vagonlara rastlanmazsa “ver elini Lefke” deyip rahatsız bas koltukları (otobüse leoforiyo veya bas denirdi) üzerinde yolunuza devam eder evinize en yakın yerde inerdiniz.  Bunun o zamanlar Lefke’ye ulaşımın en kolay yolu olduğunu belirten Arif Feridun, öyle herkesin altında arabası olacak da her istediği yere istediği anda ulaşacak diye bir şey söz konusu olmadığının altını çiziyor, zamanın 1943 yılı olduğunu anımsatarak…

 

Gelelim şimdi ünlü Feridun Ailesi’nin Lefke günlerine:

 

“Biz ve ailemiz ‘Tepe’ diye anılan Lefke’nin yüksek bir yerinde otururduk. Otobüs yolculuğumuz bu günkü heykelin olduğu, o zamanki, yoğun bir portakal bahçesinin kenarında son bulurdu. Az ilerideki zeytinyağı değirmeninin yani ‘Mücahitler Gazinosu’nun kenarından Tepe’ye yürürdük. Eşyamız elde taşınamayacak kadar ağır ise leoforiyonun şoförü bizi tepeye, evin önüne kadar bırakabilirdi… ‘Tepe’ dedikse de yani dağ- taş -sarp  tepe değildi. Yolun başında Hasan Amcam ve Makbule genaplamın çocukları Tuncay, Keriman, Erol ve Altay’la yaşadıkları ev… Az geride de Lema Hanım diye anılan bir komşumuzun evi vardı. Bir üstte CMC çalışanı İzzet Bey ve eşi Seniye Hanım, Oğulları Hüseyin ve Onların hemen ilerisinde Sanat Okulu’nun bulunduğu yerde, beyaz boyalı, tek katlı havuzlu villada yaşayan ‘Jaky’ denen bir İngiliz vardı. Yanılmıyorsam beraberinde Pendaya Hastanesi’nin (Bugünün Cengiz Topel Hastanesi) İngiliz hemşireleri vardı. Yanlış ise affola... Bir de CMC’nin veya Pendaya Hastanesinin doktoru Brob Lozky orada idi… Bizim doktorun adını telaffuz şeklimiz  ‘Boroloski’ şeklindeydi… Okul o zaman henüz yoktu tabii… Geri dönüşle Tepe’den aşağıya doğru inerken ‘Muhittin Dayılar’ veya ‘Mavililer’ dediğimiz güçlü atları ve arabaları olan, oğulları İzzet ve kızları Besime diye hatırladığım komşularımız vardı. Yıl yine 1943’lerde…

 

Tepeden başladığımız yere inerken Lefke Mahkeme Başkatibi Hristofidis ve eşi Yuanna’nın bizim evden bir tel ile ayrılan evleri vardı. Annemle ceviz ve kiraz macunu yapma yarışması ile tanıştılar… Çok iyi komşuluk ilişkileri ile birbirlerine karşılıklı ikramları hep süregelmişti. Hatırlayanlarımız olabilir. Lefke’nin üst başında Pedulla ve Platrez’den gelen kiraz, elma Lefke’nin eski bandabuliyasında (belediye pazarı)  satıldığı gibi, Lefke’mizin Yafa, Sömek, Vaşington, Klementin, Satsuma ve daha bir çok  narenciye çeşitleri de zamanı geldiğinde oralarda  aranır ve satılırdı. Bir tarih düşersek buraya da yine 1943 diyebiliriz.”

(Yarın sürecek)

Arif Feridun'la eski Lefke'ye yolculuk (2)

Kıbrıs Gazetesi - Ahmet Tolgay - 24 Ocak 2021

Tepe’deki evde, “Balıkçı Salih” diye anılan bir Lefkelinin kiracısı olduklarına değinen Arif Feridun, bu Tepe komşuluğu yaşamı içinde, İkinci Dünya Savaşı’nın sirenlerinin, sığınaklarının, hendeklerinin, A.R.P. (Air Raid Police) dedikleri devlet memurlarından oluşturulan görevlilerin hep var olduğunu, bunların kollarında A.R.P. harflerini taşıyan bantlar ve başlarında İngiliz ordusunun beyaza boyanmış miğferlerinin bulunduğunu anlatan Arif Feridun; “Günlük hayatta, işlerinin başında olan bu görevliler kolay ulaşılabilecek yerlerde kazılan zig-zaglı sığınakların, yani hendeklerin başında tehlike boruları, yani sirenler çalar çalmaz bulunmak mecburiyetindeydiler... Bu hendekler 6 veya 8 ayak gibi bir derinlikte kazılır ve üstü örtülürdü. Bir bombalama halinde, galiba bunlara ‘toplu mezar’ demek daha doğru olacaktı... Bizim mahalledekinin üstü açık idi. Nedenini bilemiyorum. Tabii ki yıl 1943, savaşın en dehşet saçan dönemi. Akdeniz üzerinde Adalardan sızan Alman ve İtalyan Messer Schmid, Spitfire ve Mosqito savaş uçaklarının kovalamacasını gündüz gözüyle seyredebilirdiniz” diyor.

 

Yazarın anılarında, bir deniz uçağının Xero’daki iskele yanında frenleyemeyip karaya vurduğunu ve halkın ilgisi karşısında da lokal yasaklar ve sıkı tedbirler alındığı var… Babasının ilk yardım ve doktor ihtiyaçları için oraya gidiş gelişlerinde kendisini de götürüp uçağı yakından gösterdiğini çok iyi hatırlıyor… Daha sonra Prodromo’dan, bir askeri kantinden, önünden ateş atan bir oyuncak uçak bile alınmıştı kendisine… Ki, o zamanlar, öyle oyuncaklar pek de bulunan şeyler değildi. Böyle şeyler ‘Naafi’ denen askeri pazarlarda bulunurmuş... Çikolata bile yoktu. Sadece İngiliz asker ailelerine hizmet ve hitap ederdi böyle yerler…

 

Dönemi çocuk güzünden anlattığına göre o savaş koşullarında çocukların durumu neydi peki, hele bir dinleyelim:  “Bahsettiğim hendekler içinde tehlike boruları, yani sirenler çalmadığı sürece gündüzleri okul dışında saklambaç gibi oyunlarla vakit geçirebiliyorduk. Çok yağışlı zamanlarda hendeklerin içleri su ve çamurdan geçilmezdi. Kış aylarında sirenlerin çalması ile hendeklere koşan biz çocuklar çok kere bu su ve çamurdan nasibimizi alır, ana veya babamızın yardımı ile evlerimize taşınırdık. Yaş 7-8…Yıl 1943 sonları…”

 

Tekrar “Tepe” denilen mahalleye dönüp anılarını seslendirmeyi sürdürüyor anlatıcımız: “Lefke’yi Trodos istikametinde kat eden iki yoldan biri Lefke’nin dışından, eski ilkokulun önünden geçen yoldu... Sağını solunu zeytin ve narenciye bahçelerinin süslediği, sabahları okula giderken kullandığım, o saatlerde ıssız, tenha bir yol. Sol tarafta yoldan geçen herkese köpeklerinin havladığı demirci dükkânları vardı… Sabahın erkeninde, adeta sönük ışıklar ile aydınlatılan bu dükkânlardan gelen demir dövme sesleri, bu gün bile hatırladığımda, alaca karanlıkta içimi ürperten yankılardı... Bu yol yukarı Lefke içindeki çarşı aktivitelerinin içinden geçen yoldur. Ama çarşıya varmadan önce, benim ilkokul öğrencilik günlerimde, bir yıl kadar önce kaybettiğimiz sevgili Oktay Feridun ağabeyimin bana öğretmenlik yaptığı mütevazı okul vardı... ‘Unutulmasın Diye’ adlı kitabımda Lefke’yi anlatırken ve ağabeyimin kaybından hemen sonra onun için kaleme aldığım yazılarımda Lefke ve dolayısıyla eski ilkokul hakkında pek çok bilgiyi bulabilirsiniz.

 

Oktay ağabeyime ilaveten o dönemin ilkokul hocalarımız Sait Galip Bey, Muzaffer Bey, Mustafa Kıral bey ve adlarını hatırlayamadığım sevgi dolu hanım hocalarımız vardı. Aynı yol üzerinde ev dönüşü, her gün eczaneden çıkıp öğle yemeği için eve gelmekte olan babamla karşılaşmak çok büyük bir mutluluktu doğrusu... Ben de öğle yemeğinden okula dönüyor oluyordum. Babamla yolda kucaklaştıktan sonra, bana o günün parası ile kenarı tırtıklı ‘yirmi para’ dediğimiz yarım kuruş verirdi ki, okula gidince bir fincan leblebi,  bir fincan da kuru üzümü bevvabımızdan (bakım görevlisi teyzeler ) alıp keyifle yerdim. Bakım görevlisi olan bu teyzelerimiz nezaretinde, okulda ipek böceği yetiştirilmesini de öğrendik…”

 

Bundan sonra ipek böceklerine dair ilginç şeyler anlatıyor Arif Feridun… İşte dedikleri: “Onları taze dut yaprakları ile besleyip büyüterek, daha sonra küçücük ellerimizle hem kozalarını ve hem de üretimlerini değerlendirebiliyorduk… Yol tarafındaki odalarda, ipek böcekleri tavana asılı ‘galamodi’ dediğimiz kamış örgü yüzeyler üzerinde çoğalır ve biz çocukların bakımı ile gelişip büyürlerdi. Dut yaprağı ile besleniyordu bu güzel böcekler… Her seferinde öğretmenlerimiz ve sorumlu görevliler bizi bir merdiven üstünde koruyarak veya kucaklarında kaldırarak, gözlemlerimize yardımcı oluyorlardı... Bu ipek böceği kozalarından hem örgü işi, nakış ve saire üretilir, hem de ipeği alınmış kozalardan çeşitli minik oyuncak türünde bebekler veya daha başka şeyler yapılırdı. Bunlar da bizim sınıfımızda elişi ödevlerimiz olurdu...” Aynı yol üzerinde çarşıya yaklaşırken diş doktoru, baba dostu Derviş Bey’in kliniği vardı… Oğulları Akay, Akşit ve kızları Işık ile ilkokul birinci sınıfın bir kısmını beraber okumuşlar… Bir de hatırında kalan diş doktoru Rifat bey vardı... Daha yukarıda zengin Rum mağaza sahiplerinin dükkanları sıralanırdı... Kumaş, giyim ve kazmir satışında ada genelinde sözü edilen dükkânlarmış bunlar…”

(Yarın sürecek)

Arif Feridun'la eski Lefke'ye yolculuk (3)

Kıbrıs Gazetesi - Ahmet Tolgay - 25 Ocak 2021

Eski Lefke’nin sanat ve kültür etkinliklerine dair Arif Bey’den dinlediklerimiz de ilginçtir.

Buyurun:

 

“Lefke’nin sanat gücünü ortaya koyan merhum eğitimci Talat Yurdakul’un tiyatro aşkı ve oyunları, unutulmaması gereken aktiviteler olarak adada, edebiyat tarihimizde yerini almalıdır. O kadar ki, Yurdakul’un repertuvarlarındaki oyunları Poli de dahil olmak üzere, gezici turnelerle bir çok köy ve kasabaya kadar uzanıp sahnelenebiliyordu… Yokuş üzerinde, seyirci locaları olan ‘Vasıf Palas’ sinema salonu, tiyatro oyunlarına imkân veren sahnesi ile Lefke’nin önemli kültür varlıklarındandı. Hatta Türkiye’den gelen Raşit Riza tiyatrosunun o salonda ‘Bobstil’ isimli oyununu sergilediğini, annem ve babamla birlikte bir locadan oyunu izlediğimiz anılarımda, halâ tüm canlılığı ile duruyor… Yer fıstığı ve ‘mandolez’ denilen şekerli badem satılan aralarda, yer fıstığı kabuklarını yere atmayıp küçücük avuçlarımda oyun bitene kadar saklardım… Bunlar, annem Hatice Hanım ve babam Feridun Bey’in o konuda bile evlâtlarını yetiştirmekteki titizliklerinin övgü ile anlatılmasına neden olan hoş anılarımdandır…

 

‘Vasıf Palas’ kışlık salonu ile hemen aşağısındaki yazlık sinema, yazın rengârenk ışıklar ile aydınlatılıp süslenirdi. İki sinemanın arasında ise adada tahminimce tek olan ‘Badinaj Sahası’, yaklaşık yüz metrekarelik beton bir zemin üzerinde gençlere patinaj yapma olanağı sağlıyordu. Bu patinajlar, potine, yani ayakkabıya bağlanan tekerlekli patinaj kayakları idi. Hele her ayın on beşinde yapılan CMC ödemeleri ile buraları bir o kadar daha canlanıp renkleniyordu. Tertemiz giyinmiş maden çalışanlarının kısa kollu beyaz gömleklerinin ceplerine iliştirdikleri hurma yaprağına dizili yaseminler ile pırıl pırıl bir güzellik sergileniyordu…”

 

Eski Lefke’deki diğer bir ana yol iç yoldu. Bu günkü heykelin yanından içeri süzülen narenciye bahçeleri arasından giren yol, hem karşı yaka, hem de tepede az önce anlatılan dış yol ile buluşmak üzere Lefke çarşısının içinde devam ediyordu. Halen de öyle ya... Başlangıcında bugün “göçmen evleri” diye anılan o konut birimlerinin yerinde mezarlık vardı…

 

Sözkonusu Lefke olunca Şeyh Nazım’a değinilmeden geçilmez… Arif Feridun’un bu konuda dedikleri de ilginçtir:

 

“Lefke denince hemen gündeme gelen Şeyh Nazım Efendi, o günlerde yine rahmetle andığım, Lefkelilerin kalbinde yer eden Eczacı Kemal Feridun ağabeyimle Lefkoşa’da, o günkü adı ile Kıbrıs İslâm Lisesi’nde (daha sonra Kıbrıs Türk Lisesi olan), aynı sınıfta öğrenciliklerini sürdürüyorlardı. O yıllardaki arkadaşlıkları ve şakaları Lefke’de de, öğrenciliklerinde olduğu gibi aynı samimiyetle devam etmişti...”

 

Üç yol başında, o günkü mezarlığın tam karşısında bulunan ve büyük bir titizlikle korunan ev Arif Feridun’un rahmetle andığı yengesi ve ağabeyinin evi idi… 1963’te Poli’nin terk edilmesinden sonra Feridun Ailesi’nin tümüne kucak açan anılarla dolu unutulmaz ev… “Orayı o günkü hali ile bu güne kadar canlı tutan aile çocuklarını ne kadar sevsek, takdir etsek azdır” diyor... Bu evin karşısında öğretmen Sıtkı Akat Bey, eşi Beraat Hanım, çocukları Sülün, Sümer ve Naile nin evleri, daha aşağıda ise Lefke’nin Süleyman Hocası ve ondan sonraki dönemlerde Arif Bey’in Lütfiye halası ile onunla hayatını birleştiren Rasıh eniştesinin evi vardı...

 

Nostaljik Lefke’yi bugüne taşımayı şu sözlerle sürdürüyor Arif Feridun:

 

“Bugün seslendirdiğim anılarıma resmini eklediğim Karşıyaka, Lefke deresini aşan köprü, köprüden önce millet bahçesi, dere yatağında Acundu su kaynağı ve Karşıyaka’ya doğru ilerlerken bu gün Ahmet Ferid Beyler ve oğulları, Lefke’ye uzun süre değerli hizmetler vermiş Fedai Beylerin sonradan satın alıp bugün ikamet etmekte oldukları cennet Lefke’ye hakim evleri çıkıyordu karşımıza…

 

Tekrar başladığımız yerden, yani üç yol ağzından Lefke’nin üst noktasına doğru yönelince solda cami, yokuşun en dik yerinde Belediye ve o günün Belediye Başkanı Fadıl Nekibzade Bey geniş kenarlı hasır şapkası ve renkli kişiliği ile gözümde canlanıyor. O günlerde daha henüz yeni belediye pazarı değil eski Bandabuliya vardı çarşıda. Karşısında okuma ve oyun salonları ile bir kültür ocağı olan Lefke Kulübü yokuşun ortalarında yer alıyordu. En tepeye çıkılınca babamın hükümet eczanesi, mahkemeler ve diğer hükümet dairelerini barındıran sarı taştan hükümet konağı vardı. Bu gün bile bakıldığında Lefke’nin dokusu içinde göze çarpan bir bina olarak yer alıyor orada. Binanın karşı tarafında kooperatif vardı...”

 

Lefke’ye dair anılarını bunların oluşturduğunu belirten Arif Feridun; “Ümit ederim ki Lefkeli dostlarıma ve adamızın o yöresine duyarlı olanlarımıza eskiye dair güzel bir şeyler anlatabilmişimdir. Aslında Lefke eski dokusunu canla başla koruyan, ender kentlerimizdendir” diyor... Peki akademisyen ve duayen bir mimar olarak Arif Feridun’un selam ve sevgilerini gönderdiği Lefke’ye uzman bakışı nedir?.. Bu sorunun yanıtını şöyle alıyorum ondan:

 

“Lefke kent yerleşimi olarak ‘modüler’,yani tekrar eden aynı birimler görünümdedir. Yol boyunca dizilen, oldukça doğayla iç içe bir görünüm sergileyen konutların hemen arkasında uzanan, her eve ait bir narenciye bahçesinin bulunması adeta bir modüler yerleşim algısı ortaya çıkarmaktadır... Lefke’de narenciyeye verilen önemi göz önüne seren bir olgudur bu… 1990 başlarında, o günkü adıyla ‘Lefke Üniversitesi’nde düzenlenen bir sempozyumda, birçok konu irdelenmişti… Sempozyum sonunda benim de katıldığım panelde üniversite ile şehirciliğin ortaklaşa projeleri takdire şayan bulunmuştu… O sempozyumda mı yoksa daha sonra mı, yanılgı payımı da göz önünde tutmak kaydı ile, Lefke’nin ambleminin portakaldan hurma ağacına dönüştürülmesi fikrine hayret etmiştim. Yukarıda bahsettiğim modüler bir ‘konut-bahçe’ yerleşimi içindeki Lefke’nin en büyük gelir kaynağı ve ekmek teknesi olan narenciyeye biraz haksızlık yapılmış sayılmaz mı? Sömek, Yafa, Valencia, Vaşington, limon, leymon, pergamut yanında, bizim ‘yusuf’ dediğimiz mandalinalar... Klementin, Satsuma ve greyfrut ve daha neler neler ve aklıma şu anda gelmeyenler. Nerde var bu bolluk Allah aşkına?.

 

Lefkeyi de, Lefkelileri de sevgi ve saygı ile kucaklarım. Unuttuklarım veya sürçü lisanım olduysa affola sevgili Lefkeliler…” Bize sunduğu anılarını sevgili yeğenleri Feridun ile Oğuz’un desteğiyle canlandırıp derlediğini belirten Arif Feridun, “Seslendirdiğim anılarımın geçtiği tarihlerde onlar henüz doğmamışlardı… Ama gel gör ki, o dönemi en az benim kadar yaşamış gibi, geniş kulak dolgunluğuna sahipler. Büyüklerinin hayatta iken anlattıklarını can kulağı ile dinleyip özümledikleri için, anılarımın gerçeklere daha uygun sunulmasını sağladılar… Onların anılarıma katkıları, tavsiyeleri ve bilgileri sadece ve sadece bir Lefke aşkından kaynaklanmaktadır. Onları da sevgiyle kucaklarım…”

(Bitti)

Arif Feridun'dan Ṣehitler Anıtının öyküsü (1)

Kıbrıs Gazetesi - Ahmet Tolgay - 22 Aralık 2020

Kanlı Noel’in yıldönümünde, bu yıldönümünü sembolize eden en önemli anıtımız olan Lefkoşa’daki Şehitler Anıtı’nın bilinmeyen öyküsüne yöneldim… Kıbrıs Ortaklık Cumhuriyeti’nin henüz hayatta olduğu günlerde yaratılan bir Türk milli anıtı…

 

1960 yılında Kıbrıs’taki ortaklık cumhuriyetinin Londra ve Zürih Antlaşmalarıyla kurulması ve adadaki iki ulusal toplumu bir araya getirmesi, hiç beklenmeyen sürpriz bir yakınlaşmaya dönüşür… Kıbrıs Türk insanı kâh mutlu, kâh mutsuz bir düzende üç yıla yakın oyalanır… Karşı tarafla devlet yönetiminde beraber görünse de, gerçekte ayrı bir yaşam biçimi içinde aylarca yuvarlanan bir halk… İşte o günlerin kalıcı yapıtlarından olan Lefkoşa’daki Şehitler Anıtı’nın yaratıcı mimarı Arif Feridun; “Yönetim, biz Türk ve Rum mimarları bir arada, ancak kağıt üzerinde tutabilmişti… Oda kaydımızı çift imzalı bir onay ve üyelikle devam ettirebildik… Hal böyle iken, her şeye rağmen, adaya yapay bir bolluk gelmiş, ekonomik sıkıntı tahminlerine rağmen, tam tersi, her yönde bir hareketlilik oluşmuştu” diyor…

 

O yıllara dair anılarını seslendirirken 1961 yılında kendisi gibi mimar olan eşi Solmaz Hanım’la birlikte mezun olup adaya geldikten sonra açtıkları mimarlık bürosunun çalışmaları hakkında şu özet bilgiyi veriyor:

 

“Büromuz, gelen yüklü proje istekleri ile yaşamını sürdürmeye gayret etti. Zamanında ödeme – hakediş - zorluğuna rağmen, hem bize, hem personelimize kıt kanaat yetiyordu çalışmalarımız...

 

Her türden inşaatın hem proje, hem uygulama ve hem de kontrollük hizmetlerini keyifle, gece gündüz demeden sıkı bir çalışma ile başarabiliyorduk. Başta Lefkoşa, Mağusa, ve Leymosun’da uygulanan çeşitli proje ve kontrollüklerle büromuzda, Kıbrıs’taki sanat okulundan mezun olmuş yetenekli elemanlara da olanak sağlayarak çalışıyorduk… Ne var ki, tüm çalışmalarımız 1963 yılının Aralık ayına gelindiğinde bir gecede sıfırlandı… Artık toplumlararası çatışmalar başlamıştı… Hayat tümden durmuştu.” 

 

Arif – Solmaz Feridun çifti, işsizlikten bürolarını kapatıp adadan göç etmek zorunda kalmalarına karşın, arkalarında önemli mimari eserler ve başarılar bırakmışlardı… Bunlardan biri de tarihi günlerin önünde törenle anıldığı Lefkoşa’daki Şehitler Anıtı idi… Bu anıt, 1960 Kıbrıs Ortaklık Cumhuriyeti’ne gelinceye değin yürütülen direnişte şehit olan Türklerin anısını yaşatmak adına dikilmişti… Ne var ki, Türk halkı var oluş direnişini 1963 sonundan itibaren de sürdürmek zorunda kalacak ve bu anıt zaman içinde tüm şehitlerin sembolüne dönüşecekti… “Mücadele ve Şehitler Haftası” olarak idrak edilmekte olan 1963 olaylarının yıldönümünde o anıtın doğuş öyküsünü Arif Feridun’dan dinlemem beni nice bilinmeyenle yüzleştirdi… Onunla yaptığım bu söyleşinin amacı da, işte o bilinmeyenleri KIBRIS gazetesinin sayfalarından toplumsal hafızamıza kaydetmektir…

 

Söz bu ünlü anıtımıza geldiğinde gözleri dolan ve sesi titreyen, mimarlarımızın duayeni Arif Feridun, “Şehitler Anıtı da, farklı boyutta, ama çok severek, manen ve yürekten benimsediğimiz, bir toplumsal görev olarak kabul edip çalıştığımız, tadilâta uğramadan günümüze kadar gelmiş ender bir projemizdir... Yarışma ile elde edilmiş, birincilik ödülü ile değerlendirilerek toplumumuza kazandırılmıştır” diyor.

 

Meslek açısından karşı tarafla beraber görünen, ama ayrı ayrı çalışan Türk Mimarlar Odası’nın şartnamesini hazırlayıp yarışmaya çıkardığı Anıt projesi, seçilen jüri üyelerince birinci ödülle değerlendirilince, hemen uygulama projelerine geçilmesi istenir... Birinci seçilen projenin üstünde Arif Feridun ve Solmaz Feridun çiftinin imzaları vardır... Anıta ve anıtın dikileceği yer konusunda, Rum tarafının elbette ki itiraz ve tepkileri olur…Ne demekti Türklerin devletin başkentinin önemli bir alanına şehitleri için anıt dikmesi?..Yapımı önleme ve durdurma konusunda Rum tarafında bir hareketlenme olur… En iyisi, bu hareketlenmenin ayrıntılarını Arif Feridun’dan dinlemek:

 

“Planning and Housing’ adı altında çalışan devlet dairesi, uygulama süresince, projenin imar yasalarına aykırılığını öne çıkararak, çalışmaları ısrarla durdurmak istedi... Yarışma jürisinde aklımda kalan mimar Abdullah (Mulla Ali)Onar, mimar Ezel Reşat, Elektrik Mühendisi Vural (Cevdet) Türkmen, Devlet yetkilisi olarak Dr. Şemsi Kâzım,  o günlerde Türk Cemaat Meclisi’nde Rauf Denktaş’ın maiyetinde çalışan gazeteci –yazar Ömer Sami Coşar beyler vardı. Dışarıdan konu ile ilgilenen TC Büyükelçiliği, Alay komutanı Albay Nejdet Üruğ ve yanılmıyorsam Lefkoşa Türk Belediye Başkanı, Diş Hekimi Fuat Celalettin ile TMT mensupları bulunuyordu. Bana, yarışmayı, birincilikle kazandığımızı bildiren, jürinin sekreteri Vural Türkmen idi. Derhal projenin açıklamaları için toplantıya çağırılıyorduk.

 

Projenin bizce düşünülen senaryosu şöyle idi: Anıtın malzemesi som mermer olarak Türkiye’den Afyon Karahisar menşeli traverten ve serpantin, dış çevirim çevre uyumlusu burçlar ise yerli sarı taş olacaktı. Çalışma şeklimiz ise şöyle: Sığ bir su birikintisi (havuzu) içine tüm kaidesiyle oturacak olan anıt, etrafında yakılan  meşalenin suda yansıması, bayrağın suda yansıyıp dalgalanması düşünülürken, her cuma okul çıkışı ve mili bayram veya tatil günlerinde anıt yakınında bulunan liseden gelecek öğrenciler tarafından  göndere bayrak çekilecek, pazartesi sabah ise yine aynı yönde hareket ve düzenle bu tören sonlandırılacaktı. Bu törenin halkın seyrine açık olması, çevrenin uygun ağaçlandırma, hisarların aydınlatılması şeklinde bir şölene çevrilmesi şeklinde bir düşüncemiz jüri tarafından çok kabul görmüş ve derhal projenin uygulama safhasına geçişi istenmiştir… O günlerde ülkede usta bulmanın zorluğu yanında, malzemenin temini, uygulanması ve tümüyle bu işlerin organizasyonu ciddi sorunlardı… Bu nedenlerle, tüm işlerin sorumluluğu Feridun çiftinin üzerine kalır… Bir yandan da konuya derin ilgileri bulunan jüri üyeleri ve dıştan katkı koyanlara çalışmalar ve sorunlar hakkında sürekli bilgi veriliyordu… Bu yoğun çalışmalar projenin tamamlanmasına dek sürer… Ama neler pahasına?.. Arif Feridun bu sorunun yanıtını şöyle verir:

 

“Maalesef, Türkiye’den gelecek som mermerin hem maliyeti, hem de dört parça halinde taşınma zorluğu nedeniyle, işin bütün bir betonarme blok şekline dönüştürülmesi mecburen benimsendi ve öyle de yapımına başlandı. Anıtın Rauf Denktaş Bey’in yurt dışında bir toplantıda bulunduktan sonra, adaya dönüşü ile açılışının aynı güne rastlaması da bize iletilen istekler arasında idi. Onun için biz de, çok soğuk günler ve geceler içinde, bazen oraya taşınan yemeklerimizi inşaat alanında yiyerek işi süratlendirmek ve zamanında bitirmek üzere gece gündüz hep uğraş verdik… Yapılan işin bir anıt ve adadaki Türk varlığının bir sembolü olduğu hususunda, projede her çalışanın bir heyecanı, bilinci ve bir gururu vardı...” İşler bu şekilde sürüp giderken Rum itiraz ve tepkileri de yükselmektedir tabii ki… Bir gün ‘Planning and Housing department’in baş teknisyeni Kemal Tatar’la heyecanlı bir buluşmaları olur… Tatar, bugün de yararlanılan, eskiden kalma ve çok hassas çizilmiş site (kadastro) planlarının hayranlık uyandıran çizeridir… O buluşma gününü ve sonrasını Arif Feridun’dan şöyle dinliyorum:

 

“Kemal Tatar, alı al, moru mor bizim büroya telaşla geldi. Kendisi Polili olarak köylümdü de…‘Gel bir kahve içelim falan’ bile dinlemeden; ‘Arif çabuk, anıtın olduğu yerde ‘Planning and Housing’in Rum Müdürü ile yardımcısı seni bekliyorlar… Kalk da gidiyoruz” diye heyecanlan söylenir... O zaman benim arabam da yoktu. O da ‘velesbit’ (bisiklet) ile gelmişti zaten...  Ta Çağlayan bölgesindeki büromuzdan, arka arkaya anıt inşaatının olduğu yere, yanı bugünkü Cumhuriyet Meclisi kavşağına gittik… Büyük bir heyecanla ve el sıkışmaya vakit bulamadan Rum müdür  sertçe devreye girdi: ‘Nedir bu yaptığınız?. ‘Roundabout’un (dönel kavşak) içine bunu nasıl yaparsınız?.. Trafik ne olacak?. Düşünmeden, sormadan buna nasıl kalkışırsınız?’  Öyle bir girişmişti ki bana olur şey değildi... Oradan geçenler bize, tartışmamıza bakıyorlar… Ben de hazırlıklı idim bu duyacaklarıma, yanıtım da hazırdı...

 

Bu projede, biz de tabii ki trafiği de göz önüne alarak sade ve düşey gelişmiş bir fikir ile işe girişmiştik. Gerek araba, gerekse her türlü trafiğe çift taraflı açık olan, çemberin etrafındaki yollar, herhangi bir şekilde trafiği aksatacak gibi değildi. Üstelik hem Ledra Palas, hem de Köşklüçiftlik tarafından, geliş-gidişlerin  Girne Kapısı ile Büyükelçilik tarafındaki yollara nazaran  daha yüksek olduğu ve görüşü hiç te engeller durumda olmayıp, bu kot farklarının, görüşü bilakis daha açık hale getirdiği gerçeğini biz kendimiz bir çok kere denemiştik… Tüm bunları onlara anlatarak konuya eğilmelerini, durumu buna göre kontrol etmelerini istedik… Konuşmalar İngilizce ve Rumca olarak devam ededursun Rum Müdür, ‘Mr. Feridun sen iyi bir mimarsın. İnşaatlarındaki başarını gelip gittikçe görüyoruz. Bunu sana kim yaptırdı? ‘O tesgilattis mi?’ (Teşkilat’ın, yani TMT’nin kendi dillerinde söyleniş tarzı) diye sorunca, ben de ‘kim bu? Böyle birini duymadım, tanımıyorum’ dedim… Rumlar gülmeye başladılar. Tabii ki onların Baf kapısındaki roundabout’ un ortasına yaptıkları anıtın, üstelik etrafı çitle de çevrildikten sonra, trafiği nasıl etkilediğini biliyordum… Orayı birlikte gidip görmeye davet ettim onları... Gidip oraya da birlikte baktık. O zaman bir daha bizim buraya uğramadılar veya uğraşıp durmadılar…”

(Yarın sürecek)

Arif Feridun'dan Ṣehitler Anıtının öyküsü (2)

Kıbrıs Gazetesi - Ahmet Tolgay - 23 Aralık 2020

Türk tarafındaki özgün ve gösterişli inşaatlara ilişkin yeni bir itirazları daha oldu Rumların bu arada... Arif Feridun’un biraz daha ileride yaptığı Türk Hava Yolları şehir terminalinin yola taştığını yeni bir iddia ile gündeme getirdiler… O konuda diyor ki; “Kemal Tatar’dan rica ettim: ‘Onlara lütfen senin çok hassas çizilmiş kadastral planların üzerinden ve ölçerek, yolun, yani asfaltın bizim arsaya nasıl kaydığını anlat’ dedim. Belgeli ve bilimsel açıklama karşısında bu kez seslerini çıkaramadılar ve bu konuyu da bağladık... Niyetlerinin üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek olduğunu anlamıştık biz de…”

 

Şehitler Anıtı inşaatı devam edip her şey ortaya çıkmaya başlayınca, eleştiriler ve değişiklik talepleri Türk tarafından da boy gösterir. İlk itiraz, annıtın içinde oturacağı su elemanınadır... Türk Belediyesi’nden gelen itirazda deniyordu ki; “Biz bu suyu temiz tutamayız. Adam tutup baktıracak halimiz de yok. Suyu kaldıralım.” Bu itiraza ilgililer de onay verince o su tasarımı, yerini petek formlu, beşgen seramik, kaplamaya bıraktı. İkinci itiraz, Kıbrıs Türk Lisesi’nin, senaryonun en önemli tarafı olan bayrak törenine yapıldı… Okulun yaz aylarında öğrenci bulamayacağı savıyla uygulamanın olanaksızlığı seslendirildi… O da ilgililerce onay buldu. Bu tasarımların silinmesinden sona meşalenin zaten tadı kaçmıştı Arif Bey ve eşi Solmaz Hanım için… Meşalenin geceleyin göz alıp trafiği aksatacağı gibi bir bahane geçerli sayıldı… Böylece meşale tasarımı da kaldırıldı...

 

Tüm bu koşullar altında inşaatın tamamlandığını ve açılışın inanılmaz bir kalabalık ve resmi geçitle, törenlerle yapıldığını, insanların akın akın anıtı ziyaret ettiklerini belirten duayen mimarımız Arif Feridun; “Milli şair Behçet Kemal Çağlar’ın da söylev ve şiirleriyle katıldığı o muazzam açılış coşkusu, uzun süre dillerden düşmemiş, anıt ise büyük bir beğeni ile yerine oturmuş, hem de bir çok anıta kaynak olmuş, ilham vermiş, çeşitli mekânda daha küçük boyutlarda tekrarlanmıştır” dedi.

 

Anıtın açılmasından sona bir gün, konu ile en çok ilgilenenlerden olan gazeteci yazar Ömer Sami Coşar bir Türkiye dönüşünde Arif Feridun’u Sarayönü’ndeki ofisine davet eder… “Bak sana ne getirdim” deyip bronzdan mamul ay yıldızları onun önüne koyar… Anıtın en üst tepesine, dört tarafa birer ay yıldızın, tören ve çelenk tarafına da serpantin üstüne daha büyücek bir ay yıldızın hemen monte edilebileceğini ısrar ve heyecanla seslendirir Coşar… Bu ay yıldızları monte işleminin açılıştan sona yapıldığını anlatan Arif Feridun; “Ömer Sami Coşar’ın iddiası da ‘Bu anıtın bir Türk anıtı olduğunu nereden ve kim nasıl anlayacak?’ şeklinde idi. Tabii ki, başta anlattığım senaryolar da ortadan kalkınca olacağı da bu idi ve gerçekti. Ömer Sami Bey haklıydı... Ne bayrak töreni, ne meşale ortalıkta yoktu, hiç değilse bu ay yıldızlar var olacaktı” dedi. Anıtın zaman içinde ihmale uğradığını ve gözlemledikleri bu ihmalleri ilgililere hep duyurduklarını ifade eden Arif Feridun; bakımının ihmalinin anıtta yıpranmalara neden olduğunu üzüntüyle açıklarken, şu yakınmada bulunuyor haklı olarak:

 

“Esefle dile getirmek isterim ki, yenileme ve bakımların hiç birinde bizim fikrimiz sorulmadı. Büyük titizlikle uyguladığımız mat travertenler yeni uygulamalarda parlatıldı veya yenilendi. O travertenler, geceleyin Girne Kapısı’ndan anıta araba ile giderken adeta bir vitrin izlenimi veriyordu parlaklığı ile… Üzüldük gördükçe. Parlak hali eskidikçe nispeten görünüş de normale ve sıradanlığa dönüştü...” Yetkililerden aldığı bir de ilginç öneri oldu, şöyle anlatıyor:

 

“Bir yurt dışı dönüşümde, bir seçim sonrası mı idi, yoksa yeni bir hükümet kuruluşu mu idi, pek hatırlamıyorum… Ama yakın zamanda ve bir yolculuk sabahında çalan telefonumda bana ‘Bakanım soruyor, acaba bu anıtın uygun bir yerine üç bin şehidin adı yazılabilir mi?’diye hitap edildi... Cevabım şöyle oldu: ‘Sayın bakanım seyahatten döner dönmez, yani bir hafta sonra beni çağırsın... Üç bin şehidimizin isimlerinin yazılabileceği özel ve yeni bir anıt projesini ve yerini mimarlarımıza hemen duyuralım.’ Ondan sonra bekledim, ama o konuda yeni hiç bir şey duymadım…”

 

Feridun Mimarlık Bürosu’nun eseri olan Lefkoşa Şehitler Anıtı, bir sağlam form olarak adada çok yerde ve çeşitli boyutlarda tekrarlandı... Mimari etkilenişim yaratan bu anıt için Rum basınında, muhtelif zamanlarda, irkin benzetmelerle kışkırtıcı sataşmalar yapıldı… İnönü (Sinde) köyünde de, 1957-58 de köyün verdiği altı şehidin her birini temsilen ve altı elemandan oluşan bir anıt yine aynı yıl 1962’de Feridun’lar tarafından projelendirilmiş, açılışı da büyük bir ilgi ve heyecanla yapılmıştı... “Son gördüğümde, bizim haberimiz bile olmadan, epeyce değişikliğe uğramıştı, tanıyamadım o eserimizi de” diyor Arif Feridun...

 

Bir diğer gerçekleşmeyen projesini de şöyle paylaşıyor bizimle:

 

“Girne Kapısı ile Şehitler Anıtı’nın belirlediği tarihi surlar dışındaki bu alanın, Lefkoşa’nın serin yaz gecelerinde geniş kaldırımlar üzerinde, oturacak yerler ve küçük el sanatları için kurulacak stantlarla, ışıklandırılmış bir şölen ve gezi alanına dönüştürülmesi fikrini o zaman ortaya atmıştık. Nitekim aynı alan içinde ‘Kuğulu Park’ diye isimlendirilen yerde, küçük bir kafeterya projemiz ile işe başlayan belediye, orayı tamamlamış ve açmıştı… Tarihi çevre içinde bulunan bu küçük ama sevimli projemizin çatısının alafranga kiremit ile kaplanması men edilmiş, eski ve alaturka kiremit bulununcaya kadar inşaat üç ay bekletilmişti... Havuz kenarındaki bu sevimli yapı da maalesef bugün orijinalinden kopmuş durumda ve tanınmaz haldedir. O dönemde önerilen özel aktivitemiz ise, daha değişik tarzda ve büyük ölçekte Dereboyu’na kaymıştır… Hatırladığım kadarıyla ‘eski mezarlık’ olarak bilinen ve bu gün Kız Lisesi’nin bulunduğu alanda, saydığımız bu gelişmelere başlangıç teşkil edecek bir parlamento binası ve tiyatro salonu ile kafeterya projesi yarışmaya çıkarılmış ve biz de o projede bir ödül almıştık.”

 

Söyleşimizin sonuna gelirken, vefa ve kural adına, çok yerinde bir ironiyle noktalıyor açıklamalarını duayen mimar Arif Feridun:

 

“Seve seve ve hiç bir çıkar gözetmeden ortaya büyük gayretle çıkan bu eserlerin herhangi bir yerinde ‘yapan, çizen, veya emek veren/lerin adına rastlamanız mümkün değildir. Önemi de yok aslında…”

 

Bunun önemi yok mu gerçekten?.. Ah şu vefasızlıklarımız, ah şu kuralsızlıklarımız!.. Takdir, şükran ve minnetle elini sıkarak ayrılıyorum mimar, akademisyen ve yazar Arif Feridun ağabeyimizin yanından…

Arif Feridun'dan duygulu bir Poli rüzgârı

Ahmet Tolgay - Facebook - 20 Ekim 2019

“Sevgili Tolgay Üstat;

 

Nevzat Ağabey (Nevzat Yalçın) ve daha sonra da Oktay Ağabey’im (Oktay Feridun) vesileleri ile kaleme aldığınız yazılarınızda, her zaman olduğu gibi olumlu ifadelerinizle beni yücelttiniz. Çok teşekkür ederim.

 

Küçük bir anekdot ile söze başlayım:

 

Bir gün ben, Hüsnü Ağabeyim, (Hüsnü Feridun) Oktay Ağabeyim (Oktay Feridun) (bu yazıyı ona okumak isterdim ama okuyamadan bize veda etti) birlikte oturmuş Rahmetli Kemal Ağabeyimizin espritüel yanlarını anıp onunla beraber oluyorduk.

Konu Poli olunca Hüsnü Ağabey dönüp Oktay Ağabey’e “İçimizde en Polili Arif’tir “ diye ona yakışan türde bir espri ortaya attı… Ve de Poli’deki yaşamı konu alan kitaplarımı överek lâfı bağladı.

Ben de “Yok olmaz” dedim “En Polili olan babamızdı… Bir şiir yazdı ki Podamuz’u, Poli’yi bir yumak haline getirip bizlere bıraktı” diye lafa girdim. 

O nefis kaleminizden çıkan Nevzat Ağabey ile ilgili yazınızda benim için “Kronik Polili” diye yakıştırdığınız ifade “En” den sonra bir terfi gibi geldi bana. Kasıklarıma ağrılar girdi gülmekten, desem yeridir. Kaleminize sağlık.

 

Şimdi gelelim konuya:

 

“Ahmet Tolgay üstat nerelidir?” acaba diye hiç sordunuz mu ? Limasol değil, Lefkoşa değil, Mağusa değil de nerelidir? Tabii ki Polili’dir.

Arada sırada yazıp toparlamaya çalıştığım, yine benim kırmızı pabucum, derdim, Poli ve orada yaşamış insanlarımız… Onlara ait bilgileri içerecek olan kitabımın bir paragrafı da orada yetişen ve dünyaya ün salan elemanlarımız ile örneğin sizi de ve oradaki aile yapınızı da muhakkak ki içerecektir.

Evet doğrudur avukat, doktor, mimar, şair, edebiyatçı, yazarlar hatta üniversitelere değerli profesör ve ilim adamları yetiştirmiş Poli… Amma ve lakin bu gün, her gün ve her an, okumadan geçemediğimiz değerli yazar ve yorumcumuz Ahmet Tolgay üstadımızın da Polili olduğunu söylersem hata etmiş olur muyum?.. Anladığım kadarı ile ikinci savaş sonrası Lefkoşa’ya ailece göç etmiş olan dedeniz Ahmet Efendi –nam-ı diğer “Ahmedler”- ki adınızı ondan almış olmanıza kesin gözü ile bakıyorum- sizin Poli eşrafından bir “En eski Polili, hem de bilinen tanınan, Polililerce çok iyi hatırlanan bir aileden” olduğunuzu görebiliyoruz. 

 

Demek ki Poli, Ahmet Tolgay’lar da yetiştiriyormuş.

 

Bağlıyalım konuyu.

 

Poli’ye gelen iki belediye suyu vardı, biri Fortini bir diğeri de Gastrappi idi. Her iki suyun Poli’de Garvunari’nin yokuşundan çıkarken sol tarafta tarihi “dibozidolar”, yani depolar denen yerde depolanıp, köye dağıtıldığını biliyoruz. Bu sular ile, Poli ve halkı biraz su yüzü görüyorduk. Poli bütün güzelliğine, canlılığına rağmen su sıkıntısını hep yaşamıştır. Elizabeth Regina çeşmeleri, 1950 başlarında, “Coronation” yani, Elizabeth’ın tahta çıkış hediyesi olarak, her mahalleye birer tane kondurulduğu halde, su sıkıntısını, hatta ondan sonra da hep yaşamışızdır Poli’de... Hele güzelim, çam kokulu ve bizim arazi içinde, beş mil ötedeki Podamuz’da “Küçük su anası” dediğimiz pınar suyunun 1955’lerde, civardaki Rum köyü Neohoryo’ya verildiğini görünce “bittik tükendik” desek yeridir. Üstelik pınarın doğallığını zedeleyerek yapıldı bu iş… . Biz o korkunç yıllarda Podamuz’a gidemiyorduk, çünkü babamız büyük tehdit altında idi. Neyse, konumuza dönelim tekrar:

 

Fortini ve Gasdrappi su kaynakları için kâh “Kurbağalı” dendi, kâh “sazlı”, “yosunlu” dendi… Ama sözünü ettiğim bu su kaynaklarından bütün köy halkı doyasıya içtik de öldük mü? Bu gün satılan şişeli pınar suları vardı yakınlarda, evimize kadar, çeşmemize kadar gelirdi de biz mi içmiyorduk, kullanmıyorduk?.. Ne hasta olduk ne de karnımız ağrıdı. Siz de o sudan içtiyseniz -ki içtiğinize eminim çocukluk döneminizde olsun - arkanız yere gelmez. 

 

Allah sağlıklı uzun ömürler versin hepimize... Biz Polililer olarak sağlıklı yaşarız, bilgeler yetiştirir ve takdire göre, gittiği yere kadar da sürdürürüz. Tabii ele güne muhtaç olmadan… “Keramet, Sazlı, kurbağalı Fortini ile Gastrappi sularında mıdır acaba?” diyorum. O sudan şerbetlendik mi ne!.. 

O günkü, “küllü küplerinin” sağlık koşulları da ancak buna yetiyordu. O küllü küpleri ki, yanan fırın sonunda kalan küllerinin pişmiş toprak “küllü küpünde”su ile karıştırılarak elde edilen, bugünkü kimyevi deterjan yerine geçen -organik ki hem de ne organik - temizlik malzemesi idi.

Sevgili Tolgay Üstad; galiba biraz da Poli rüzgârları estirebilmek adına canım sohbet etmek istedi de sizi seçtim, lâfı da bir uzattım ki. Biraz daha çeksem uzar mı uzar. Zamanınıza yazık. Haydi 

hoşça kalın sevgiyle kalın, kaleminizin ucu hep açık dursun değerli üstat...

 

Not: Ne acıdır ki canım ağabeyciğim Oktay Feridun’a bu yazıyı okutup güzel gülüşünü göremedim. Tüm rahmetler ve dualarımız onunla olsun. Arif FERİDUN.”

 

(Nostalji edebiyatımızın değerli ve bilge yazarı Arif Feridun’a teşekkürler. A.T.)

 

Oktay Feridun'un anıları anısına : Polili efsane kardesler

Kıbrıs Gazetesi - Ahmet Tolgay - 6 Ekim 2019

Duayen hukukçumuz Oktay Feridun’un yaşama vedası toplumumuzu yoksullaştıran gidişlerden biriydi ve hepimizi yasa boğdu… Böylesi bir veda karşısında veda edenin gerçek kimliğini onun kardeşinden başka kim anlatabilirdi en duygulu satırlarla?.. Başarılı yazarlığıyla da toplumda haklı bir takdir kazanmış olan Arif Feridun, o müstesna duyarlılığıyla ağabeyini  şöyle anlattı bize: “Yıl 1942…  Ben 7 yaşındayım, sen 20’lerin başında… Ben babamızın tayini nedeniyle Lefke’de ilkokulun birinci sınıfında, sen yere göğe koyamadığımız öğretmenimiz. O günlerden başlayan sevgin ve şefkatinle hep benimle oldun. Yani bugünkü 84 yaşıma kadar. Sen ise bugün 96’dasın, ne güzel. Vedalaşmamızdan bir gün önce bile, öğretmenimiz iken minik yaştaki sınıfımıza öğrettiğin şiiri hâlâ unutmadan bana okudun… Hep gülüştük. Kara tahtaya çizdiğin sevimli ineği, sivrisineği ve üzüm salkımını dün gibi hatırlıyorum… İkinci Dünya Savaşı’nda iş bulamayan gençlerimiz gibi sen de boş durmayıp öğretmenliği seçtin… Lefke ilkokulunda ‘Allah’ım Oktay Bey’i, Allahı’m Oktay Bey’i’ diye küçücük ellerimizi açıp, o yakarışla sınıfımıza senin gelmeni istedik hep… Niye mi?..  96 yıl bıkmadan usanmadan çevrene yaydığın ışık için. Biz küçücük halimizle seni o zamandan keşfetmiştik… 28 Eylül 2019 günü yine aynı şiirle vedalaştık ağabeyciğim: ‘Bir gün koca bir inek, çok çakıllı pek yokuş bir yolda gidiyormuş / Ufacık sivrisinek boynuzuna konarak demiş / ‘Kuzum bana bak, yolumuz fazla uzun / Yorulunca boynuzun, haber ver de ineyim / Çünkü ben iyi kalpli bir sineğim’ diye devam eden şiirdeki kocaman ineğin cevabı: ‘O kadar küçüksün ki, / Öyle hafif yüksün ki, seni duymadım bile…’ Yıl 2019. Aylardan Eylül’ün 27’si... 90 yıl sonra aynı şiiri bütün güzel bakışın ve şefkatinle okudun bize. Bunun son görüşmemiz olduğunu hiç düşünmemiştik güzel ağabeyciğim… Eminim nurlar içindesin. Seni çok özleyeceğiz…”

                                                               ***

Yrd. Doçent – Yük. Müh. Mimar Arif Feridun, kendi alanlarında artık birer efsane olan Polili Feridun kardeşler içinde benim en son tanıdığımdır.  Benim gibi her okuyanını derinden saran “Unutulmasın Diye” adlı ilk anılar kitabı vesilesiyle tanımıştım onu…  Ağabeyleri hukukçu Oktay Feridun’u ve eğitimci Hüsnü Feridun’u ise ta çocukluğumdan beri tanımaktaydım… Oktay Bey, kendisi gibi Polili olan babamın yakın dostuydu… Karşılaştıklarında nüktelerle donanmış öylesine güzel sohbetler yaparlardı ve yanlarındaysam bu sohbetlerden ben öylesine keyif alırdım ki… Polili Feridun Ailesi’nin ve bu ailenin efsaneleşen çocuklarının öyküsünü Arif Feridun’un arka arkaya gelen kitaplarında, söyleşilerinde ve yazılarında daha derinliğine öğrenme olanağını bulduk… Feridun kardeşlerin en genci Arif Bey, mimarlığından ve akademisyenliğinden gelen duyarlılıkla mekân, zaman ve insan manzaralarını anlatımlarının odağına ailesini ve bilhassa kardeşlerini de alarak çok etkileyici bir dille gözlerimizin önüne ve toplumsal belleğimize taşımayı başardı…

                                                               ***

Sohbetlerinden son derece aydınlandığım ve 28 Kasım 2012 tarihinde 89 yaşında sonsuzluğa uğurladığımız değerli eğitimcilerimizden  Turhan Zihni Turkan’dan da Feridun Ailesi’ne ilişkin ilginç anılar dinlemiştim… Baf’ın ünlü köyü Poli’nin geçmişinin ve Feridun Ailesi’nin Arif Feridun’un kaleminden belgeselleştirildiğini belirten Turhan Hoca bana şunları anlatmaktaydı ısrar ve heyecanla: “Benim ailem de Baf’ın Ayvarvara köyündendir. Lise beşinci sınıfta, 1943 – 44 yıllarında, yaz tatilinde bir Baf gezisine çıkarak Lefkoşa’dan Poli’ye gitmiştim. Otobüs akşam üzeri, etraf kararırken köye varmıştı. Çok iyi ilişkilerimiz olan, aynı sınıftan arkadaşım Hüsnü Feridun’a misafir oldum. Evlerinde bir gece kaldım. Badem toplama zamanıydı. Avluda yardımcılarla birlikte kabukları temizlenecek olan kocaman bir yığın badem vardı. Hüsnü ile geceleyin köyü dolaştık, sohbet ettik. Beraberce annesinin pişirdiği güzel yemekleri kardeşleriyle birlikte oturup hep birlikte yedik. Bir odaya hazırlanan yasemin kokulu yataklara yattık. Uyumadan önce okul anılarımızı anlattık birbirimize. Ertesi gün de Poli’den ayrılarak amcamın köyü Lemba’ya gitmiştim. Bugün de ilerleyen yaşımızda, Hüsnü Feridun ve kardeşleri Oktay ve Arif beylerle o eski sıcak, sevgi ve saygı dolu arkadaşlığımız sürüyor.” Feridun Ailesi aracılığıyla tanıdığı Poli’ye sevdalanan Turhan Hoca, ilerleyen zaman içinde Polili bir ailenin kızı olan öğretmen Emine Ahmet Behçet’le evlenecek ve idealist bir öğretmen çift olarak adamızın her köşesini yıllarca dolaşarak eğitimin ve bilincin ışığını saçacaklardı…

                                                               ***

Aydın ve çağdaş düşünceli eczacı bir babanın oğulları olan Polili Feridun kardeşler, Kıbrıs’ın zor dönemlerinde kendi pırıltılarını üreterek yetişmiş ve o pırıltılarıyla toplumumuzun çetin günlerini aşmasına kendi alanlarında katkı koymuş muhteşem bir aydınlar dörtlüsüdür. Kemal Feridun, Oktay Feridun, Hüsnü Feridun ve Arif Feridun… Ne mutlu bana ki, hukukumuzun duayeni Oktay Feridun’u,  eğitimimizin duayeni Hüsnü Feridun’u ve mimarimizin duayeni Arif Feridun’u yakından tanıyabilme şansını yakaladım. Muhteşem dörtlünün yaşça en büyüğü eczacı merhum Kemal Feridun ile yakınlaşma olanağını ise hiç bulamadım ne yazık... Çünkü babası gibi eczacılık mesleğini seçmiş olan Kemal Feridun genç yaşta yaşama veda etmişti… Küçük kardeşleri Oktay ve Hüsnü Bey’lerden hakkında çok şeyler dinlediğim bir kimlik oldu eczacı Kemal Feridun Bey de kendisini hiç tanıyamamış olmama rağmen… 

 

Cemal Yetiṣ ile Arif Feridun'un yeni kitapları

Kıbrıs Gazetesi - Ahmet Tolgay - 11 Haziran 2019

Cemal Yetiş' in ikinci makaleler derlemesi ile Arif Feridun'un "Eylül'ün Günlüğü-Yağmur’a Tutku" kitabı, yerel yayınların meraklısı okurlarla buluşturulan iki taze yapıt… Yıllardır elinden kalemini bırakmayan ve çeşitli yayın organında yorumlarını sunan Cemal Yetiş için sosyal medya son yıllarda verimli ve disiplinli bir yayın ortamı oluşturdu… Kaç zamandır sosyal medyada her gün düzenli şekilde yorumlarını sunarak güncel gelişmeleri mülkiyeli ruhunun donanımıyla son derece sade ve anlaşılır bir dille yorumluyor. Bu bağlamdaki makalelerini derlediği ikinci kitabının adını “7.5.2017 – 25.11.2018 Tarihleri Arasında Çıkan Makalelerim” olarak belirledi…   

 

Pek çoğu sosyal medyadan yazılı basınımıza da yansıyan bu makaleler toplumsal yaşamımızın ve gelişmelerimizin güncesi gibi… Çünkü her makalede o günün gündem oluşturan konuları irdelenmekte… Sosyal medyanın ve yerel basının konu kalabalığının içinde o yorumların kaybolup gitmesini önlemenin yolunu böylece çok iyi seçti yazar… Keşke yorumlarımızı biz de kitaplaştırabilsek… Yorumlanmış yazılı tarihimizi kitaplaştırarak her an el altında kalıcı duruma getiren Cemal Yetiş, bu özverili çabasıyla kutlanmayı hak ediyor… O,1971’de Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler bölümünden mezun olup hariciyecilik görevine başlamadan önce de yığınla yazı yazdı… Siyasal bilimle güçlendirdiği sağlam ve zengin bir belleğin sahibidir. Kitap yayıncılığında da ilginç bir format uyguladı… Önce çocukluk ve gençlik dönemlerindeki toplumsal tarihimizi nostaljik kitaplarında anlattı… Arkasından da makalelerinin derlemesi olan kitaplara geldi sıra… Ortaya çıkan sonuç şu: Cemal Yetiş’in tüm kitaplarını okuyanlar bugünkü makaleler derlemelerinden daha gerçekçi bir tat alırlar…Çünkü bugünün güncel yorumlarına konu olan gelişmelere Kıbrıs Türk halkının hangi yaşam koşullarından geçerek ulaştığı net biçimde anlaşılmış oluyor…                                                               

***   

Arif Feridun’un yeni çalışması bir roman: “Eylül’ün Günlüğü – Yağmur’a Tutku.” Girne’deki tanıtım etkinliğine bir mazeretimden dolayı gidemediğim bu kitabı henüz okuyamadım… Ama o etkinlikteki yokluğumu gören kitap tutkunu dostum Prof. Dr. Vedat Yorucu sıcağı sıcağına okuduğu romanın bir özetini köşemde yayımlanmak üzere bana iletti… Benim görüşlerim kitabı okuduktan sonra sunulacak. Önce Vedat Hoca’nın sunduğu özetlenmiş öykü:    

 

“Romanın baş kahramanlardan biri Eylül, diğeri Yağmur’dur. Bir akademisyenin hayatı ve aşkı canlandırılırken, bu aşkın örgüsündeki trajik olaylar da anlatmaktadır… Eylül, iki yıllığına gittiği Ankara’daki akademik tetkik gezisinde, bir üniversitede atölye dersleri verir. O sırada, son sınıf öğrencisi olan Yağmur’la tanışır… Yağmur, 1974 Barış Harekâtı’na foto muhabiri olarak katılan bir gazinin kızıdır. Ankara’ya yaralı dönen baba, kızını okutabilmek için küçük bir kırtasiye dükkânı açar. Ailenin yoksulluğu Yağmur’un da dükkânda çalışmasını gerektirir. Eylül, dersleri için gereken kırtasiyeyi, Yağmur’un çalıştığı dükkândan alır. Tanışırlar. Aralarındaki etkileşim derinleşir. Etkileşimde ortak Kıbrıs anıları da rol oynar…   

 

Günler ilerledikçe, Kızılay’daki poğaçacı, onların buluşma noktası olur. Buluşmalar aşkı körükler. Kıbrıs’a geri dönme zamanı gelip çatar… Âşık çiftin Kızılay’da dolaştıkları son gün… Kuyumcu tarafından rastgele verilen sürpriz alyans, bir anda Yağmur’un parmağına takılır. Genç kız, Eylül’ün bu yüzüklü teklifine hayır diyemez…   

 

Yağmur’u çocukluğunda evladı gibi gören komşuları, Barış Harekâtı’ndan yaralı dönen babaya tedavide günlerce refakatçilik yapan zengin bir iş insanıdır. Çocuk sahibi olamayan bu kişi, Uzakdoğu’da bir doğal afet sonrası kimsesiz kalan ve “İzmen” adını verdikleri evlatlığın da manevi babasıdır. İzmen ile Yağmur aynı sınıfta mimarlık okumaktadır. İzmen dediği dedik, anneliği tarafından şımartılan ve o kadının akıl almaz davranışları ile Yağmur’a ve onun ailesine hep baş ağrısı olan bir figürdür. İzmen, ailesinden habersiz geldiği Kıbrıs’ta bir araba kiralayarak Uzakdoğulu bir kızla gezmeye çıkar. Girne yolundaki uçurumda kaza yapan İzmen’in yanındaki kız ölür. Ölen kızın sırtındaki dövme ile İzmen’in sırtındaki dövmenin tıpatıp benzemesi, tahkikatı yürüten polislerin ilgisinden kaçmaz... İzmen ağır yaralı olarak yoğun bakımdayken, ölen kızın İzmen’in öz kardeşi olduğu anlaşılır. Bu facia üzerine İzmen’in ailesi ve Yağmur adaya gelir. Eylül bir ara Yağmur’un İzmen ile geçmişten gelen bir gönül ilişkisi olduğundan kuşkulanır. Ancak daha sonra böyle bir şeyin olmadığı, Yağmur’un sağlam karakterinden anlaşılır. İzmen iç kanamadan yaşamını yitirir… Anne ile baba travmadadır... Kazanın oluştuğu yere giden anne, elindeki bir demet çiçekle, Yağmur’u da elinden çekerek uçuruma atlar. Eylül, ölümü göze alarak fırlar... Yağmur’u ayağının ucundan tutmayı son anda başarır… Artık İzmen’in annesi de ölmüştür.   

 

Yağmur ile Eylül evlenip Kıbrıs’a yerleşirler. Eylül profesör, Yağmur da yardımcı doçenttir. Kerem adını verdikleri bir oğulları olur. Büyüdüğünde o da mimarlık eğitimine başlar... 20 yıl sonra bu kez Kerem ile kimya öğrencisi Gül arasındaki aşk başlar… Gül, Ankaralı bir doktor babanın ve Kıbrıslı bir annenin kızıdır. Gül’ün annesi, bu olaya başlangıçta sıcak bakar… Ama kızlarının Ankara’ya yerleşmesine ve orada yuva kurmasında ısrar edince, aile boyutu bir gönülsüzlük oluşur… Birbirini seven gençlerin arasına girmeye çalışan kara kediler ise durmak bilmezler.   

 

Tam bu sırada İzmen’nin gerçek biyolojik babası ile kazada ölen kız kardeşini evlatlık edinen diğer baba Uzakdoğu’dan Kıbrıs’a gelirler... Evlatlarının ölümüne sahne olan noktada uçuruma çiçek bırakmak ve evlatları adına bir yazıt dikmek niyetindedirler. Her iki baba da, çok yaşlı ve tekerlekli sandalyeye mahkûmdur. Kadere bakın: İzmen’nin babası da, tören sırasında ani çıkan bir fırtınada çiçeği bıraktığı sırada tekerlekli sandalyeyi tutan kişiyle beraber uçuruma yuvarlanarak hayatını kaybeder.    Yağmur ile Eylül’ün yaşadıkları travma bitmez… Buna oğulları Kerem ile Gül’ün arasına giren karakedi de eklenince, işler iyice çığırından çıkar…   

 

Kerem ile Gül’ün akıbeti ne olacak?.. Bu sorunun yanıtı romanın son sayfalarında…”

 

Nostaljinin üstadı Arif Feridun okurları ile buluṣtu

Kıbrıs Gazetesi - Ahmet Tolgay - 2 Ekim 2018

Arif Feridun, kitaplarını yayımlamakta olgunluk çağını beklemiş olsa da, nostaljik ve güncel Kıbrıslı yaşamı, Kıbrıslı insanları ve öykülerini, bir neslin anılarını ve tarihsel süreçte "Kıbrıslı Türk" olmanın ne anlama geldiğini kitaplarında usta bir dille anlatan değerli ve donanımlı yazarımızdır. Onun “Çatalköy Şah Marketplace"de vefalı dostlarının organizasyonuyla gerçekleştirdiği okur buluşması muhteşem oldu...

Cumartesi gün sabah saat 11.00'de başlayan ve öğleden sonra 17.30'a dek süren etkinlik, Arif Feridun okurlarının akınına uğradı... Genç okurların etkinliğe ilgisi de görülmeye değerdi... Yazım yaşamına özverili desteği olan ve bir kitabı da (İki Mimarın Bir Öyküsü) eşiyle birlikte ortaklaşa hazırlayıp yayımlayan Solmaz Hanım, bu anlamlı günde sevgili yaşam arkadaşının yine yanındaydı... Onlara mutluluk, sağlık ve verimli bir yaşam dilerim...

 

Etkinliğe önemli bir mazeretim dolayısıyla katılamadım. Bunun üzüntüsünü yaşarken, oradaki eksikliğimi fark eden etkinliğin düzenleyicilerinden Prof. Dr. Vedat Yorucu, bir mektup atarak gözlemlerini iletti... Yorucu dostuma teşekkürlerimle birlikte o gözlemleri sunuyorum:

 

“Sayın Ahmet Tolgay; mazeretinizden dolayı Arif Feridun’nun kitap söyleşisi ve imza töreninde aramızda sizleri görememenin burukluğunu ve üzüntüsünü yaşadık... Arif Feridun’un romanlarını çabucak bir çırpıda okuyansınız... Bu özelliğinizden dolayı onun kitaplarının özetini en evvel sizin gazetenizde ve köşenizde okumaya hep alışık olduk. Arif Bey’in ‘İki Arada Bir Derede’ isimli son romanını da daha piyasaya çıktığı ilk günlerde sizin köşenizde okuyup haberdar olmuştuk. Sayenizde Arif Feridun gibi daha birçok yazarın yeni kitaplarının piyasada olduğunu ve geniş özetini sizin aracılığınız ile öğreniyoruz. Eminim ki, Arif Feridun Bey’in kitap söyleşisine katılmış olsaydınız, roman karamanlarını sizin anlatımınızla dinleyecek, yazarla beraber romanın derinliğinde sanki bizler de olayları yaşayacaktık.

 

Söyleşiye ve imza törenine ev sahipliği yapan Çatalköy Şah Marketplace bu etkinlik için gerçekten konfor bakımından kusursuzdu. Market’in yöneticileri beklenenin ötesinde misafirperverlik gösterdi. Katılımcılara izaz ikramlarda bulunmayı da eksik etmediler. Cafe’nin en güzel köşesini kitap söyleşisi için ayırdılar ve Kıbrıs Türk edebiyatına ve mirasına katkı koyanlar ile Arif Feridun’u aynı köşede ağırladılar. Duvarda, ‘Küçük Aysel- Kıbrıs’ın ilk kadın sanatçısı’ satırları büyük bir afiş üzerinde yazılıydı. Bu vefa gösterisi dikkatlerden kaçmadı... Kitap söyleşisi sürerken bir yandan Arif Hoca’yı dinliyor, diğer yandan da masanın üst sol köşesinde Kıbrıslı Türk besteci Kamuran Aziz’in ‘Al Yemeni Mor Yemeni’ şarkı sözlerini duvardaki panodan okuyordum. Şah Marketplace Kıbrıs Türk Sanatı’na ve sanatçısına değer veren bir anlayışla tasarladığı alışveriş merkezini, böylesine anlamlı günlerde sanata ışık tutan aydınlara, sanatçılara ev sahipliği yaparak çok erdemli bir davranış göstermekte ve katılımcılarca takdir toplamaktadır.

 

Arif Feridun romanlarını okuyuculara aktarırken, sanki ağzından bal dökülüyordu. Onlarca kişi saat 11.00’den saat 17.30’a kadar katılım gösterdi. Beklenenin çok üzerinde ilgi olduğunu fark ettim. Kitapların tanıtımı büyükçe bir afişte tasarlanmıştı. Oraya yemek yemeğe gelenlerce de etkinlik izlendi. Küçük yaşta çocuklar bile Arif Feridun’a yaklaşarak, ‘şu kitaplarınızdaki öyküleri bize anlatır mısınız?’ diyorlardı. Birinci ağızdan Arif Feridun öykülerini dinleyip, ellerinde kitaplarla evlerine gidiyorlardı. ‘Beni en çok mutlu eden, işte şu küçük yaştaki orta eğitimine devam eden genç kuşakların romanlarıma duydukları ilgidir’ sözü Arif Feridun’nun yüzüne de yansıyan mutluluk ve neşesinin ifadesiydi. Tüm bunlar o günün anekdotları olarak dikkatimi çekti. Gözlem ve duygularımı sizinle ve değerli okurlarınızla paylaşmak istedim...” 

 

Arif Feridun'un kaleminden : İki arada bir derede

Kıbrıs gazetesi, Söz sizin, 8 Temmuz 2018

Yazıyı büyütmek için resme tıklayıp büyüteç ile büyütebilirsiniz.

***

 

Kuzey Kıbrıs'ta haftanın en fazla satan Kıbrıs kitapları

Yeni Düzen gazetesi, Adres Dergisi, 20 Mayıs 2018

Yazıyı büyütmek için resme tıklayıp büyüteç ile büyütebilirsiniz.

Yılın ilk satırları

Kıbrıs Gazetesi - Ahmet Tolgay - Ocak 2017

AKAN ÇEŞMENİN BAŞINDA SUSUZLUK: Yeni yılınız kutlu olsun ey sevgililer...

İçten dileğim 2017’nin, barışın, huzurun, sevginin, insanca dayanışmanın, refahın ve mutluluğun yılı olması...

Eskittiğimiz yılın acıları da, eskitilen yılla son bulsa ne güzel olur... Böylesi bir ukdeyle yeni yılın ilk satırlarını yazmaktayım işte...

2016’nın son haftasının başlamasıyla birlikte gerek sevgili dostlarımdan, gerekse çoğunun yüzünü bile göremediğim vefalı okurlarımdan çok sayıda kutlama mesajı aldım.

O güzelim mesajları teker teker yanıtlandırma olanağından yoksunum ne yazık... Yazdıklarının her sözcüğünde içlerindeki güzellikleri paylaşan sevgililere buradan teşekkürlerimi sunarım.

İyi ki varsınız sevgili dostlarım ve değerli okurlarım. Her zaman var olunuz... Yazarlar olarak varlık nedenlerimiz sizlersiniz, sizlerin hiç eksilmeyen vefasıdır...

İtiraf etmeliyim ki, yazar, mimar, akademisyen dostum Arif Feridun’dan gelen mesajın etkisi bir başka oldu benim üzerimde. Böyle bir günde söylemek istediklerime o kadar özlü bir şekilde tercüman olmuş ki... Sağ olunuz sevgili dostum...

Arif Bey, herkesçe bilinen ince ruhundaki o büyük duyarlılıkla ironi yüklediği mesajını bir edebiyat yapıtına dönüştürdü. Bu minik ama zengin mesajlarla yüklü edebiyat yapıtını paylaşmadan nasıl durabilirim şimdi ben? Buyurun paylaşımıma: “Sevgili Tolgay üstadım; yeni yıl nasıl olsa gelecekti de, dünyanın şu halini görünce acaba gelmekten vazgeçer mi geçer?..

Geleceği kesin de, nasıl bir gelecek için gelecek?.. İşte orası düşünülmeye değer!..

Neyse... Yeni yıl mutluluk getirsin, sağlık getirsin ve dünya barışı her nerede ise, onu bulsun da beraberce el ele gelsinler...

Etrafa bakınca ‘nedendir Yarab bu susuzluğumuz, suyu gürül gürül akan çeşme başında?" diyen Cahit Tarancı ustayı hatırlamamak mümkün mü?

Ne deyim bilmem ki?.. Sevgi dolu mutlu yıllara...” 

 

Arif Feridun'dan sinemanın eski keyfini dinlemek...

Kıbrıs Gazetesi - Ahmet Tolgay - Tarihle Muhabbet - Ekim 2016

“Unutulmasın Diye”, “Kaldığımız Yerden” ve “Yazgı” gibi kitaplarında değinmediği o eski sinema günlerini dinledim Arif Feridun hocamızdan   “Humphrey Bogard “Key Largo” filminde  gangster rolünü oynayan Edward G.Robinson’la hesaplaşmaya çalışırken bir taraftan da Lauren Baccall ile durum vaziyetlerine el koymuş, içinde bulundukları yatta olup bitenleri  bizler köyün sinema salonunun hasır sandalyeleri üzerinde uyuşmuş bacaklarımızla  izliyorduk. Yıl 1950” diye başlıyor sinema anılarına ve şöyle sürdürüyor:

“Filmin kopması çok doğal karşılanır ve hemen filmin gösteriminden sorumlu “makinist” denen görevlinin makine dairesine koşan ayak seslerini duyardınız. Filmin can alıcı bir yerinde koparsa  ıslıklarla protesto da edilebiliyordu seyirciler tarafından. Tamir edilen filmden kopan parçalar salonun arka bahçesine atılır ve biz meraklı çocuklara, tabii elektrik varsa duvara yansıtmak sureti ile eğlence kaynağı olurdu.

Derken çok gelişmiş bir teknoloji eseri olan sinema o dönemlerde bize müthiş keyif veredursun ikinci dünya savaşının bitmesi ile 1945 de biten karartma uygulamasından sonra  British Coincil’ in köy meydanına bakan bir dükkanın kapısına gerdiği sinema perdesi ve film makinesinin bir parçası olan generatör yardımı ile izlediğimiz “News reel” yani dünyada olup bitenler, İngiliz kral ve kraliçesi Altıncı George, Churchille, Rooswelt gibi ünlü devlet başkanlarından sonra, Miki Maus, Laurel Hardy, ve günlerin eskimiş  haber özetinden ve seçmelerinden ve en önemlisi 1930 yıllarından kalma “Tarzan” Johnny Weismuller’in, Jane ve akıllı maymun Çita ile olan esas filmi uzun sabır ve beklemeden sonra izlenirdi. Yıl 1945... Karartmalar tabii kaldırıldıktan sonra. Yoksa açık havada çarpma çakmak taşı ile sigara bile yakamazdınız.

Farklı yılların ürünü olan, Poli’nin köy meydanındaki bu tür gösterimlerden sonra, köy çarşısı içinde uyduruk dahi olsa hasır sandalyeli bir sinemaya köyce sahip olmuştuk.

Sahibi, köy çarşısında dükkânı olan  bir Rum’du. Cuma günleri ve bayram, seyran Türkçe filmler getirmeyi ihmal etmezdi. Civar köylerden de seyirci toplayabiliyordu.

Ve arkasından Türkçe filmler. Gelsin “Kahveci Güzeli”, gelsin “Harman Sonu”, “Bir Dağ Masalı”, gelsin Tino Rossi, Silvana Mangano, Humphrey Bogard, Fred Astair, Jack Lemmon, Danny Kaye, gelsin Suavi Tedü, Cahide Sonku, İsmail Dümbüllü, Mısırlı Yusuf Vehbi ve  1955’te Hint sinemasından “Avaremu”… Amerika’da Elia Kazan’la çalışmış Muzaffer Tema ve tümü ünlerine göre sinemaların perdelerini  az veya çok doldururlardı. Bunlardan başka teknolojinin elverdiği oranda dublaj, fakat siyah-beyaz gösterilen yabancı filimler de vardı. Örneğin “Üç Silahşörler”, “Skaramuş” ile Peter Stinoffla  Humphry Bogart’tan “Benim Üç Mmeleğim”  ve ayrıca Charles Laughton un “Noterdam’ın Kamburu” vesaire.

Başkaca da kimler yoktu ki… Maureen O Hara, Dirk Bogarde, İngrid Bergman,Charles Laughton, Douglas Fairbanks,Turhan Bey, Errol Flyn, Mickey Roney, Ester Williams, Barbara Stanwick,Olivia de Havilland, “Blue Lagoon”da  Jean Simons (göl sahnelerindeki dekolte giyimi ile ilk defa Hollywood’da ağır eleştiriye neden olmuştu), Elizabeth Taylor’la Montgomery Clift’in gerçek aşkları yanında “A place İn The Sun” ve akıllara durgunluk veren daha sonraları “From Here To Eternity” de Burt Lancaster,    Frank Sinatra, Montgomery Clift, Ernest Borgney, Deborrah Kerr ve Donna Reed unutulur gibi değildi.

“How Green Was My Walley (Vadim ne kadar yeşildi)de Walter Pidgeon İngiliz sinemasının tipik bir örneğini veriyordu. 

“İhtiyar Balıkçı”da Spencer Tracy  hem onunla hem de “Fathers Little Divident” serisi ile hep önümüzdeydi. Sonradan Kathryn Hepburn’un ayrılmaz parçası olacaktı.Ve Henry Fonda ile bir tiyatro oyunu  olan “Altın Göl”de karşımıza çıkacaktı Hepburn .Ya “Roma Tatili”ndeki Audrey Hepburn ile Gregory Peck’i, ayni zamanda “Klimanjaro’nun Karları”nı unutuyordum az kalsın.” 

Üç ayrı öyküden oluşan ve bir sirk yaşamını konu alan, “Üç Aşk Hikayesi”nde Pier Angeli-Kirk Douglas çiftini alkışladıklarını, Angeli’nin daha sonra çok etkili bir film olan İkinci Dünya Savaşı konulu “Teresa”da  yine tam notunu aldığını belirten Arif Feridun, 1954 yapımı “The Purple Plain”de Gregory Peck’in, harika yorumuyla yüzleştiklerine değinerek devam ediyor anlatmaya:  

“1952 yapımı “Moulin Rouge”  Jose Ferrer ile birlikte sinemaya güçlü bir imza atmıştı. Clark Gable ile Vivien Leigh’i “Rüzgâr gibi geçti”de, Robert Taylor ile Deborah Kerr’i “Quo Vadis”de zikretmeden geçemeyiz.  “Jan Dark” ta İngrid Bergman’ı hatırlamadan ise hiç geçemeyiz. 

Yeni bir akımla beyaz perdeye fırlayan Marilyn Manroe ve Josef Cotten’ın “Niagara”sı ve özgün müziği ile Marlon Brando’nun “On The Waterfront”u… Bu film  vapur borularının tüyler ürpertici sahnesi ile belleğimde.. Brando’nun “Viva Zapata”sı ve James Stewart’ın  “Arka Pencere”si kapalı gişe oynamıştı. Dean Martin’le Jerry Lewis’in tatlı komedileri ve ruhumuzu okşayan şarkıları, Jean Peters ve Louis Jourdan’ın “Aşk Çeşmesi”…Dilimizden düşmeyen melodilerin filmleri bunlar.

The “Young Lovers” adlı bir aşk filmini Chaikowski’nin Kuğu Gölü müziğinin eşliğinde Odile Versois ve  David Night’ın oyunları ile çıt çıkmayan İstanbul’daki Atlas sinemasının balkonundan nasıl duygulanarak izlediğimi de hatırlıyorum.”

Filmleri bir sinema kültürü olmasını istediğinden izlediğini ve o konuya değer verdiği için derslerimi de aksatmadan çok kere kitaplarını da bulup okuduğunu söyleyen Arif Feridun, bu kayda değer filmleri ancak yaz aylarında ve stajlardan fırsat buldukça Lefkoşa’da veya İstanbul’daki sinemalarda izleme olanağını bulduğunu açıklıyor. Tabii bunların bir kısmını Lise öğrencisi iken hafta sonları Lefkoşa’da veya Poli’de, ortaokuldayken de hocalarının eşliğinde Baf Kasabası’nda izlediklerinin de altını çiziyor..

 1956-57’de geniş ekran, sinemaskop teknolojisi ve üç boyutlu falan filan derken,  bu günün avuç büyüklüğündeki video kasetlerine yüklenen devasa filmler ortaya çıkar. İşte o döneme dair dedikleri:

“Sinemaskop dünyasına geçiş döneminde İstanbul’da öğrenci idim. Beyoğlu’nda “Yeni Melek” sineması. Beyoğlu’nun tüm sıkışıklığına rağmen çok hoş, akustiği mükemmel, bir salondu. Kulüp ve Parter olarak balkon düzeninde ve seyir konforunun salon döşemesinde görüş eğrisi ile halledildiği ender sinemalardandı. Tüm gerekleri ile hazırlanan perdede Borodinin “Poloveç Dansları”nı bütün orkestral ses nitelikleri ile ve filmden önce bir fragman olarak gösteriyorlardı. O fragmanın ses ve görüntü güzelliğinin hatırı için o sinemaya üç defa gidip o keyfi tattığımı ve o fragmanı seyrettiğimi hatırlıyorum. O ne muhteşem bir show idi. Hala bulsam gene seyrederim. 

Yine İstanbul’da Elmadağ’daki “Şan sineması” da senfonik konserlere olanak veren akustiği çok hoş toplu, balkonlu bir sinema salonu idi. Halkın çok rağbet ettiği rahat ve akustiği ile öne çıkan bir salondu. Yerli veya yabancı bir hayli film izlediğimiz gibi çeşitli senfoni orkestralarını da öğrenci bileti avantajı ile izlemiştik.

Yine İstanbul’da İstiklal Caddesi’nde  “Alemdar” ve “Atlas” sinemalarından söz etmeden geçmeyelim. Ayrıca Beyoğlu’ndaki “Ar Sineması” kentin en kompakt salonuydu. “Roma Tatili”nde Gregory Peck ile Audrey Hepburn’un şahane oyunlarını ancak hafta sonuna doğru seyredebilmiştim yer kıtlığından.

“Atlas” pek çok yeni filme perdesini açmış balkonlu ve parterli bir sinema idi. Orada sınıfça “Rolling Stones”ların  filmini seyredip coşmuştuk.

Hadi klasik bir “Hey gidi günler hey” diyelim de yüreğimiz yelpazelensin. Yıl 1950 ortaları.

Ondan sonra Şişli’de, Profösör Nezihi Eldem Hocamın projesine katkı koyduğu “Site” sinemasının muhteşem  

iç mekânı,  giriş ve çıkışlarını kesişmeden  çözen halini hatırlıyorum. O mekân zenginliği içinde  “Sayanora” ve “Aşk Güzel Şeydir”i izledim. William Holden İle Jennifer  Jones ve bir türlü görmek nasip olmayan Uzak Doğu’nun o filmlerdeki yaşam mekânlarının ne kadar etkisinde kaldığımı anlatamam. Mesleki hayatımda en çok etkilendiğim, kameranın dolaştırıldığı o güzelim, orantılı mistik uzak doğu ve özellikle Japon iç mekânlarındaki modüler yaklaşımlar, “tatami” denen mekân birimleri bana mimarlık dersi gibi geliyor, bütün ruhumu okşuyordu.” 

Arif Feridun yine başa dönerek, bir bayram anısını anlatıyor:

“Tabii yemekten sonra bir ikram olarak tam 12 bilet almıştı babam. Ki toplu halde sinemaya gidelim diye. O akşam da “Bir dağ masalı” adlı baş rolde Kadri Eroğan’ın oynadığı filmi  izleyecektik. Geç kalmıştık gitmeye. Derken kapı çalındı ve bir ses geldi içeriye “Başlayacak, hade da sizidir ki beklerik” der demez fırladık ve sinemaya doğru yola koyulduk hep beraber. Bizi bekleyen ışıklar sönmüş “teşrifatçı” bize elindeki fenerle yol gösterip oturttu ve filmi izledik. Bu samimiyeti nerede bulur insan. Herkes de bir birine “E öyledir evlatçıkları geldi naapsınlar” diye sesli hoşgörülerini ifade etti.Zaten herkes konu komşu idi ki, onlarla hep bir arada biz kardeşler ve hatta babamız, annemiz beraber büyümüş köylülerimizdi.

Velhasıl akmasa da damlar misali sinemadan nasibimizi alabiliyorduk. Tabii ki bu arada bir birimize kuru yemiş, gannavuri, çitlemit  ve hatta kabuklu yer fıstığı ikramı ve yeni üretilmeye başlayan kola türü içkiler “bendendir” diye birbirimize ve misafirlere arada ikram edilirdi.

Orta Okulu Bafta yani “gasabada” okurken Haftada bir “Attikon” sinemasına götürürdü bizi hocalarımız. Kocaman bir sinema idi. O sinemada “kılıç kalkan ekibinin” bir filmi oynamıştı ve köyler adeta yığılmıştı kamyonlar, velesbitler ve her türlü taşıtla.

Ve unutmadan anlatayım Münir Nurettin’in de orda bir konseri olmuş, köyden bir kamyonun arkasına bağdaş kurup gitmişti köylüler bir gecenin yarısında. Hele onu Kahveci Güzeli filminde “İn dallardan aşağı yanıma gel yanıma, Civan bir atlı geldi, Uçtu kanatlı geldi” şarkısıyla izledikten sonra gitmemek var mıydı.?

Daha sonra “şehere” uzamıştı yolumuz Lise nedeniyle. O zamanlar yani 1950 lerde Lefkoşa zengindi sinema yönünden. “Lukudi” belki de ilk yapıldığı zaman bilmem ama, Adada o dönemlerde bir opera aktivitesi varmı idi? Opera salonu olabilir miydi? Düşey gelişmiş iki balkonu vardı. “Papadobullos” sineması ile birlikte   birbirinden çok uzak düşmeyen iki sinema idi bunlar Cuma Pazarının-Faneromenin oralarda bir yerde idi her ikisi de yanılmıyorsam. Bir de süper lüks “Apollon” sinemasıvardı. O da oralarda idi. Oda tiyatrosu için yapılmış lüks koltuklu bir yerdi. Ağabeylerimden birinin “ısmarlaması” ile orada  Viktor Hugo’nun  “Sefiller”ini seyretmiştim. Bir çeşit havalandırması ve rengârenk ışık oyunları ile açılan perde düzeni vardı aklımda kaldığı kadarıyla. Öğrenci bütçesine çok uygun düşmüyordu anlayacağınız. 

Baf Kapısındaki “Palas” sineması bizim dillere destan okul müsameremiz “Paydos”un  salonu.Tabanı cilalı parke ve görüş eğrisine  uygun, ama basamaklı dizayn edilmiş döşemesi ile çok hoş bir salondu. Anlıyacağınız bu sözü edilen  salonların profesyonel olmasa bile amatör tiyatro sahnelerine olanak sağlayan bir yapı tarzları da vardı. Hem de “süflör penceresi ve onündeki orkestra mahalli” ile adanın bu tür ve sınırlı da olsa tiyatro faaliyetlerine uyan bir flexibiliteleri vardı.

“Beliğ Paşa” da bize en uygun sinema idi. İnanılmaz ama uzay filmi haftalık (Flash Gordon) u seyretmiştim ben orda, ki uzay yolculuklarının daha lafı bile yoktu ortalıkta. Yıl 1951-53 te. Üstelik iki film gösterirdi Beliğ Paşa sineması. Lefkoşa’da Evkaf Binasının karşı köşegeninde gösterişsiz bir yerdi ve de biz öğrencilere uygun biletleri vardı.

 Uzun Yol’un sonunda Hacısava’dan sonra soldaki “Majik Palas”ta “Samson and Delilah” da Victor Mature, Hedy Lamar ikilisi ve Cecile de Mille’in rejisinden çıkan film

a o zaman bile bu günkü film teknolojisiyle yarışıyordu..  Bu yazlık sinema düz ayak ve enine gelişmiş kocaman bir mekândı ve sinemaskop perdesi gerçek boyutlarda idi, tabii stereo ses düzeni ile birlikte.

Aslında bu sinemaların tümü kışlık sinemalardı, ama çoğunun ayni isimde açık hava sinemaları da yok değildi. Kışlık sinemaların en büyük sorunu klima eksikliği idi. Teknoloji  henüz o zaman o yönde gelişmemiş olduğu için yaz aylarında açık hava sinemaları şart oluyordu. Kocaman geniş yazlık sinemaların arka tarafına doğru daha iyi bir görüş için, üç dört basamakla çıkılan bir platform vardı.”

Arif Feridun bir anekdot ekliyor burada:

“Bu yazlık sinemaların çoğunun sesi komşu evlerden duyulabilirken bazılarının perdesinin bile  evlerin üst kat balkonlarından seyredilebildiğini hatırlıyorum. Alan da memnundu  satan da. Ne sinema sahibi bu anafor seyircilerden şikâyetçi oluyordu, ne de bu seyirciler sinemanın sesinden rahatsız oluyordu. Al gülüm ver gülüm bir eğlencedir gidiyordu sıcak yaz akşamları. Şunu da belirtmek isterim ki, dönemin zabıta kontrolüne uyarak saat gece 12’den sonra etrafta çıt çıkmıyordu. Ha aklıma gelmişken yazayım. 1985 sonrası 90’a doğru idi ki, o semtte hemen yakındaki ağabeyimde  misafir olarak kalıyordum.Çağlayan Parkı’nda kurulan Bayram yerinin gece saat 12’ye kadar süren dayanılmaz gürültüsünden sonra, saat gece 12 olur olmaz, nerdeyse insanların ayak uçlarına basarak orayı boşalttığını hatırlıyorum. İp gibi kesiliyordu tüm sesler. Şimdilerde Çağlayan Parkı için yapılan yorumlara hayret etmemek elde değil.”

Ve tekrar sinema anıları:

“Yıl 1943 Lefke, yeşil güzeli kentimiz. Ben orda az bir süre ilkokula gitmiştim. “Vasıf Palas” diye localı bir sinema ve içinde gereğinde  tiyatro olanağı veren  bir salonu vardı. Raşid Rıza Tiyatrosu Türkiye’den gelip orda  “Bobstil” diye bir oyun oynamıştı. Her gittiğimde gözüm arar yıllar sonra bile. Galiba şimdilerde yurt binasına dönüştürülmüş. Önünde yazısı hala duruyor. 

Anlatmaya çalıştığım  bütün bu bilgilerin hem görerek hem de okuyarak hafızama kaydedildiğini düşünüyorum. Örneğin lise yıllarında iken  “Uzun Yol’un” başındaki bir gazeteciden haftalık “Photo Show” ve bir de “Picture Show” diye sinema dergileri alıyorduk. Bu dergiler çok kere gördüğümüz filmler hakkında bilgiler içeriyordu. Ama ne keyfti bunları bulup almak ve okumak. Bu alışkanlık Üniversite yıllarında da devam etti ve İstanbul’da Cağaloğlu’ndaki Varlık yayınlarından çok ucuza mesela örneğin  75 kuruşa Ernest Hemingway, John Steinbeck Andre Gide, Oscar Wilde, Emily Bronte, Montaigne, Jack London,  ve daha bunlar gibi yazarların yanında Orhan Veli, Bedri Rahmi Eyuboğlu, Recaizade Ekrem, Halikarnas Balıkçısı, Sait Faik, Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Nurullah Ataç,Enis Behiç Koryürek gibi yazarların da cep kitabı boyutundaki veya bazan normal boyuttaki kitaplarını uygun fiyatları nedeniyle alıp okuyabiliyorduk...Hele bu okuduğumuz kitapların konuları filmleştirilmişse ve onu da seyredebilmişsek keyfimize diyecek yoktu. Bu bizim üniversite hayatımıza renk getirip, kültür zenginliğimizi artırıyordu.”

(Gelen Pazar sürecek)

TARİHLE MUHABBET… 14   - AHMET TOLGAY

ARİF FERİDUN’DAN SİNEMANIN ESKİ KEYFİNİ DİNLEMEK… (3)

Beyoğlu’ndaki tiyatrolar yanında Tepebaşı’ndaki “İstanbul Şehir Tiyatrolarında”  ( sonradan  yanıp kül olan Komedi ve Dram tiyatrolarında ) Bedia Muvahhid, Vasfi Riza Zobu, Suavi Tedü, Perihan Tedü, Cahit İrgat, Nejdet Mahfi Ayral ve daha bunlar gibi değerlerin tiyatro yanında sinemaya dönüşmüş oyunları da oluyordu. Arif Feridun için bunları seyretmek büyük bir keyifti. Örneğin komedi tiyatrosunda Moliere’in “Cimri” ve “Hastalık Hastası” ile “Kibarlık Budalası”adlı eserlerini  seyretme şansını yakalamış. Fakat ne yazıktır ki her iki tiyatro arka arkaya yanıp yok olmuş. 1955’te  İTÜ Mimarlık Fakültesi’ndeki derslerinde strüktür örnekleri görmek için hocaları onları Taksim’deki yarım kalmış ve 1970’li yılların başında türlü badirelerden geçerek tamamlanmış “Atatürk Kültür Merkezi” inşaatına götürürlerdi. Bu muhteşem mekânın o günlerdeki adı “Opera Binası” olarak geçiyordu ve o devasa beton karkas halinde uzun yıllar beklemişti.

Daha sonra Almanya’da Stuttgart kentindeki stajı süresince Mimar Prof. Rolf Gutbrod’ un “Liederhalle”sinde bir kaç konser izlediklerini belirten Arif Feridun anılarını anlatmayı şöyle sürdürdü: 

“1960’larda çığır açan bir bina olarak ün yapan bu salonun içindeki balkon düzeni, zemindeki ana salon ile seyir olanağı da sağlayan bir rampa biçiminde kullanılarak birleştirilmiştir. Bu mekân anlayışı Liederhalle ile gelişmiş ve daha birçok salonda uygulanmıştır. Salon çok maksatlı ve hatta sergi olanağı veren flexible bir döşeme özelliğine de sahipti. Sırası gelmişken anlatmadan geçemeyeceğim önemli bir husus da şu ki, Prof. Gutbrod uzun süre İTÜ de hocalık yaptı.Çadır örtü sistemini ‘Münih olimpiyat sitesinde’ uygulayan ilk mimar idi. Onun gözetimindeki ekibin kontrolünde, uzun süre Stuttgart’ta eşimle birlikte kentin ana projelerinde öğrenciliğimizden sonra mimar olarak çalışma fırsatımız olduğunu da anmak isterim burada.

Londrada ise ‘Queen  Elisabeth Hall’ müstesna bir Konser salonu idi. Ona bitişik Thames Nehri kıyısındaki gezilerle bütünleşen, Beetles ve o dönemin 1966-67 yıllarının karakteristik filmlerini  gösteren çok renkli, modern ve küçük boyda bir salon vardı. Tabii bugün aradan geçen yarım asırlık süre içinde gelişen teknolojilerin oraları ne hale getirdiğini, hem buraları, hem de adamızda uzun yıllar göremediğimiz mekânların uğradığı değişikliği bilmek mümkün değildir. Bu mekânlarda her türlü kayıt ve ses düzeninin en üst düzeylerde olduğunu söylemek lazım.”

Sohbetimizin bu yerinde yine Adamıza ve Türkiye’ye dönen Arif Feridun, İstanbul’da çoğu kez dar olanaklarla çekilen filmlerden söz ederken, Boğaz’daki villaların film seti olarak kullanıldığına tanıklık ettiğini belirtiyor. Kamera teknolojilerinin ve fotoğrafçılığın gelişimini  15 yakından itibaren yakından izlediğinin altını çizerek “Lamba ışığını kullanarak, bir el aynasının  önünde, kartondan kesip şekillendirdiğim figürlerin gölgelerini duvara aksettirerek sinema yaratmak sevdası  ve bunu izleyen yıllarda bir film çekme makinesi yapmaya kalkışmak da, bu merakların bende ne denli bir amaca yönelik olduğunun işaretidir. Ama gel gör ki o günlerde böyle bir amacı gerçekleştirmeye kalkmak için yeterli hiç bir koşul ne mevcut idi, ne de uygun bir ortam vardı” diyor. Ve hemen şunları ekliyor:

“Hem bu makine, hem de diğer el yordamı ile yaptığım mandolin, Edison Fonoğrafı, Euclid Dürbünü ve daha neler neler Poli’deki evimizin hanayında 1963’te yıkılarak ve yakılarak yok edilmiştir. Buna babamın taş plakları da dahildir. O taş plaklar, ‘Sahibinin Sesi’ gramofonla birlikte çalınmış, çırpılmış ve yok edilmiştir.”

Yıl 1947… Arif Feridun  ilk okulu bitirir… Orta Okula  başlayabilmek  için “Duhul imtihanları” denen giriş sınavlarına girmek üzere eczacı babasıyla birlikte Lefkoşa’ya gelir. O zaman öyle idi. İki oda, önü sündürme düzenindeki mertekli ilkokuldan çıkıp, kendisine adeta saray gibi gelen Haydar Paşa’daki lise binasında, ayaklarının yere basamayacağı yükseklikteki sıralarda oturup, devasa dersliklerde, tanımadığı hocalar nezaretinde numarası okunacak, hiç de alışık olmadığı bir atmosferde  “duhul imtihanı”na girecekti. Geçerse ne alâ, geçemezse orta okul şansı da kalmayacaktı... Köy otobüsü, 70 mil, yani 115 km. mesafedeki Lefkoşa’ya ağır aksak, sağa sola uğrayarak  6 saat gibi çok uzun bir zamanda gelebildiği için, sınava girip de köye ayni gün dönmek olanaksızdı. Bu durum da Lefkoşa’da iki gece kalmasını gerektiriyordu. Diyor ki “Bana çok uzun gelen sınav süresi sona erip sınav kağıtları toplandıktan sonra, babam karnımı doyurmaya öncelik verip beni önce ‘accı’ya götürdü.  Güzel bir şiş kebabı yiyerek  moral buldum. Sonra beni dostlarını toplu halde görebileceği ‘Kardeş Ocağı’na götürmüştü. Orda geçmişteki İdadi, Rüşti okullarındaki sınıf arkadaşlarının hemen hemen tümüne rastlamış ve çok mutlu olmuştu. Bu okulları, babam  Lefkoşa’da Selimiye Camii meydanına  bakan  medrese odalarında kalarak okuduğunu anlatmış ve beni sınava götürürken oralardan geçirmişti.

Ortalığın kararmaya başladığı bir saatte de beni Sarayönü’nde bekleyen son  ‘garrotsa’ ya bindirip  yol boyunca, bana anlatmaya çalıştığı Girne Kapısı’na doğru  ilerlerken, yolun iki tarafında Lefkoşa’nın serin akşamlarının  tadını çıkaran, orda oturan Lefkoşalıların daireler halindeki tenha  kaldırımlara sandalyelerini koyup sessizce sohbet ettiklerini hatırlıyorum. Genelde televizyonun olmadığı dönemlerde bu tür toplantılar gecelerin can kurtaranı idi. Poli’de de öyle idi.”

Sonradan lise yıllarındaki gözlemlerinde, cadde boyunca  orda çok az ticarethane bulunduğunu ve orada oturanların akşamları Samanbahçe sakinleri ile bir arada, esen batı meltemi ile serinlediklerini izleyecekti. Yolun sol  tarafının  bitişik düzendeki sarı taştan, iki katlı evlerden oluştuğunu  çok iyi hatırlıyor. Halâ da bu yapıların kısmen ve nadiren de olsa bu dokusunun ticari amaçlı korunabildiğini görmekten memnuniyetini belirtiyor.

Burada Arif Feridun yeniden Lefkoşa’nın sinema olayına değinerek şu anılarını seslendiriyor:

“Garrotsanın atlarının ayak sesini dinleyerek ve sağı solu seyrederek Çağlayan’a geldik. Geldiğimiz yerin adının o zaman da “Çağlayan”olup olmadığını  hatırlayamıyorum. Ama ışıklar içinde pırıl pırıl bir yerdi. Gerili  ipler üstüne asılmış her renkten ampuller ile süslenmiş, köyden gelen biri için -yani bana göre- süper eğlenceli  bir ortam. Babamla el ele Çağlayan’ın önünden yürüyüp sonradan Gençlik Gücü Kulübü olan köşedeki binanın yanındaki yola saptık. Orası da daha başka bir âlem. Karşımızda,  rengârenk ışıklarla donatılmış  ‘Kristal Sineması’ yazılı yazlık sinemanın  girişi vardı. Elimize bir el ilanı verip gişeyi gösterdiler.O el ilanını köye kadar taşımıştım. O ilanda ‘bu akşam bu sinemada’ diye başlayıp baş rolünü  Hazım Körmükçü ve Cahide Sonku’ nun oynadığı ‘sesli film’ anlatılıyordu. Filmin adı ise ‘Akasya Palas’ idi. O yıllarda birbirine çok benzeyen iki kişinin öyküsü idi bu film. O dönemde oldukça ileri bir teknoloji kullanıp dönemin başarılı oyuncusu Hazım Körmükçü’yü (ki kendisi Kıbrıs kökenlidir) her iki rolde de oynatmışlardı. Zevkle seyrettik ve yan yana benzer iki şahsın resimlerinin nasıl olup ta beraberce perdeye yansıtılabildiğine  hayret ettik!.. Hafızamdan silinmek üzere olan bu olayı  hatırlayıp şimdi size burada nakletmek, beni gerçekten öylesine mutlu etti ki anlatamam. Unutmuştum nerdeyse.”

Arif Feridun, sahibi tarih adam Necati Özkan olan Kristal Sineması’nda babasıyla birlikte tuzlu kabuklu fıstık yiyerek filmi keyifle seyreder. Anlattığına göre, o tarihi yazlık Lefkoşa sineması görüş kolaylığı için platformlardan oluşuyordu ve 2-3 kademeli idi.  Perdesi ise tuğla duvar üstüne alçı sıvalı siyah çerçeveli kenarları yuvarlatılmış şekildeydi. Makine dairesinin deliklerinden çıkan ve filmin kopmadan devam ettiğini duyumsatan projeksiyon makinesinin dişli sesi, filmdeki konuşmalarla birlikte  izlenirdi. Projeksiyon deliklerinden seyircilere kadar gelen o ses  hem çok karakteristik bir olgu ve hem de o günün şartlarında filmin kopmadan devam etmekte olduğunun ifadesiydi. Diyor ki, “tabii ben bunları yaşım ilerledikçe ve daha çok film seyretme olanağını  buldukça yorumlayabiliyordum. Sözün özü, kalabalık salonda numaralı yerimizi gösterdiler, oturduk ve gülerek, neşelenerek hem filmi seyrettik, hem de büyük oranda sınav stresini bir nebze daha azaltmaya çalıştık.”

Arif Feridun’la sohbetimizin sonunda ondam şunları da dinliyorum:

“Aradan geçen epeyce bir zaman sonra, 1961 yılında hemen Çağlayan önünden geçen ana yol üzerinde, hem evimiz, hem büromuz vardı ve bitişik sokaktaki  ‘Kristal Sineması’nın atıl durumda halâ orda var olduğunu anımsıyorum. Şimdiki halini bilemeyeceğim, ama yolum düşerse bakmak isterim.

Uzun lafın kısası 70 yıl geçmiş dile kolay. Çok önemli bir sınav sonrası, Poli’den ‘şeher’e, bir çeşit ‘harikalar diyarı’na uzanıp geri köyümüze dönmüştük. Sinemaları ve filmleriyle birlikte çok mutlu günlerdi vesselâm...” 

 

O eski bayramlar (1) : Arif Feridun'un "Unutulmasın diye" isimli kitabından

Kıbrıs Gazetesi - Prof. Dr. Vedat Yorucu -  13 eylül 2016

Bu bir ekonomi yazısı değildir, bayram yazısıdır. Bayram nedeniyle sizleri ekonomi yazılarımla sıkmak istemedim. Bayram tatiline uygun olsun diye sizler için “eski bayramları” konu eden bir yazı dizisi seçtim. Ama eski bayramları anlatmak benim ne haddime düşmüş.

 

Yayınladığı dört kitabıyla, insan ve doğa tabirlerini en güzel ve en akıcı Türkçe ile tanımlayan Kıbrıslı Türk yazar Arif Feridun, bizlere Nobelli edebiyatçı Gabriel Garcia Marquez’i aratmayacak kadar ancak bu kadar güzel anlatabilirdi o eski bayramları.

 

Ondan rica ettim, o da kırmayıp bana uzunca bir bayram yazısı gönderdi. Memleketten uzak, Belçika’da doğalgaz ve ekonomi araştırmaları yaparken, buram buram memleket kokan, kasabamız Poli’yi ve o güzelim Afrodit hamamlarının yer aldığı Podamuz köyünü de hatırlamış olduk.

 

Bayram tatili uzun süreceği için bizim yazı da uzadı elde olmadan. Sizlere Belçika’dan mutlu bayramlar dilerken, Arif Feridun’un “Unutulmasın Diye” isimli kitabından (bkz. sy. 86-87) seçtiğim, babası eczacı Ahmet Feridun’a ait “Feryat” isimli şiiri armağan ediyorum. Eczacı Ahmet Feridun Bey’e ve diğer aramızda olmayanlara da, gani gani rahmet diliyorum.

 

***

FERYAT!

Ağlarım, ağlarım seni görmeyeli

Hasret gözyaşlarım andırır seli

Sabah akşam esen serin yelini

Özlerim, hasretim sana güzel Podamuz.

***

Siyah altın gibi harnup ağaçları

Zeytinlikler sanki gümüş taçları

Aklıma geldikçe yüklü dalları

Özlerim, hasretim sana güzel Podamuz.

***

 

Akşamları “uyu uyu” diyen üveyik

Canlara can katan rayıha i kekik

Hâlâ yüreğimde seslenir durur

Gözlerim her yerde arayıp durur.

***

Sularında yıkanırdı seher yıldızı

O sular sanki gümüş bir dizi

Afrodit dedikleri efsane kızı

Özlemim, hasretim derin bir sızı.

***

Mehtapla gümüş bir aynaydı deniz

Sahilinden, ufka uzanan servi simin

O yamaçta oturdum sanki demin

Gözümde gönlümde sensin Podamuz.

***

Dallarında yine kuşlar öter mi?

Güneş hâlâ öyle güzel batar mı?

Uzaklardan feryat etmek yeter mi?

Kendimi kollarına atsam Podamuz

Bir ağaç altında yatsam, ah Podamuz.

***

Felek işte böyle eyler Podamuz

Gözüm gönlüm seni söyler Podamuz

Uzaklarda insan neyler Podamuz

Sana selam olsun ey güzel diyar

Hüsnüne eş olmaz ne bir yer ne yar!

Ahmet Feridun – Poli.

***

 

Şimdi Arif Feridun’un yazısına dönüyoruz:

 

“Yaşı her ilerlemiş insandan  ‘Eski zamanlar’ sorulur ve onun da cevabı ‘Bizim zamanımızda’ diye başlar ve tabii ki ondan sonra tutabilirsen tut. Yaşım seksenlere merdiven dayamış. Öyle de olunca geçmişi anlatmaya soyunan (Örneğin geçmişteki Bayramları) 60 yıl daha genç bir delikanlıdan, çok daha değişik bir şeyler hatırlıyor olmalıyım ben bu yaşta. Bu konuda gençlerimizin ‘bizim zamanımızda’ diye söze başlayıp, örneğin eski bayramlardan dem vurmasını, biz yaşlı takımı olarak gene de merakla izleriz. Her zaman sağlıklı ömürler dileriz genç dostlarımıza da, en az 50-60 yılı geride bıraktıktan sonra ‘Bizim zamanımızda’ diye söze başlamalarının daha uygun olacağı kanaatindeyiz. İşte o zaman o “eski zamanları” onlar da anlatmaya soyunabilirler. Yahu 20’ler, 30’lar, hatta 40’lı yaşlar bize göre daha dün gibi. O da bir geçmiş zaman değil mi? Tabii ki öyledir de, daha o zaman ‘selfie’ yoktu, I-Pad ne gezer, hele Facebook’un lafı bile edilmiyordu” diyebilecek ve bunun adı da “Bir zamanlar” dediğimiz geçmiş zaman mı olacak? Onların geçmiş zaman yerine, ileriye yönelik atılımlarını, gelecekteki projelerini genç nesillere açmaları daha isabetli olur gibime geliyor.

***

Şimdilerde geçmişi bize bıraksalar iyi ederler çünkü bu yaştan sonra bizim geçmişi anlatmaktan başka yapacak işimiz de yoktur. Dedeleri hiç zannetmiyorum ki bir Bayram günü, köstekli saat cebine başparmağı ile işaret parmağını daldırıp, çıkaracağı bir ‘gümüş yarım şilini’ onlara verebilsin ve elini öpmelerinin sevincini yaşasın.

 

Verse verse dedesi ona bayramlık olarak şimdilerde, ya bankada hesap açtırır veya bir miktar bir şey verir, o da olmadı bir “akıllı telefon” veya daha değerli bir şey alır. Şimdi siz söyleyin Allah aşkına 50 – 60 yıl önce köstekli saat cebinden kıt kanaat çıkan ‘gümüş yarım şilinin’ tadı var mı bunlarda. (“Unutulmasın Diye” adlı kitabımın 114’üncü sayfasındaki ‘Para ve Ölçü birimleri’ başlığına bakınız.) Ama bir gün muhakkak olacak yaşlanınca ve bir şeylerin tadını, bizim çıkardığımız gibi onlarda o günün koşullarına göre anlatacaklar ballandıra ballandıra ve aynen şimdilerde bizim yaptığımız gibi... Geçmiş, bir hazinedir, bir birikimdir yürür gelir arkamızdan, taa sona kadar ve anlatılacak birçok şeyi de beraberinde getirir... Sabırlı olmak gerek.

***

Hani ne demiştik yazının başında “Ah O eski Bayramlar” demiştik. Bayramlar yürekteki bir umudun ve bir buluşmanın sevincidir.

***

Bayram öncesi günlerde bir hazırlık başlardı büyük, küçük uzak, yakın herkeste. Hele Arife gün geldi mi bir fırın kokusu, bir yanık susam kokusu köyü sarar. Temiz ‘peşkirler’ içinde komşularla bir ‘susamlı çörek’ teatisi, bir al-ver hareketi oluşur. Her kes bilir ki her evde bir fırın yanar o gün. (“Unutulmasın Diye” isimli kitabımın 103’üncü sayfasındaki Üzümlü ekmekler başlığına bakınız.) Ama olsun, o peşkirin içindeki çörekle birlikte giden bir sevgidir, saygıdır, unutulmadıklarının mesajıdır komşulara... Sevdiklere, sevildiklere... Dağıtılan kadar da karşıdan, aynen geri gelir. Yaşı ilerlemiş, fırınını yakamayanlar için bu bir titrek sesli teşekkürle sonlanır. Ertesi gün de onların eli öpülür şekerleri yenir büyük bir mutlulukla ki o da, onları çok sevindirir”.

(Devam edecek)

 

O eski bayramlar (2) : Arif Feridun'un "Unutulmasın diye" isimli kitabından

Kıbrıs Gazetesi - Prof. Dr. Vedat Yorucu -  16 eylül 2016

Arif Feridun Bey’in Salı gününden kalan “O Eski Bayramlar” başlıklı yazısına kaldığımız yerden devam ediyoruz. “Arife gününün bir diğer zenginliği de “Ölmüşlerimize” mezarlarını ziyaretle dualar okumak, onları anmak yanında, anacığımızın başucunda hep asılı duran Kuranı Kerimi indirip, okuyarak büyüklerimize dualar göndermek gibi kutsal bir ibadeti de vardı ve bu her evde yapılırdı Arife günlerinde. Başına tülbentini atar, evin sakin bir köşesinde tüm ölenlerimizin ruhlarına göndermelerde bulunurdu. (“Unutulmasın Diye” adlı kitabımın 34 üncü sayfasındaki “Doğum Kayıtlarımız” başlığına bakınız)

***

Yine Arife günü “tel gadeyif kesenlere” veya “dökenlere” büyük bir iş düşerdi. Bayram namazından önce eve gelmesi gereken “Tel Gadeyif” için siparişler önceden verilir çünkü öğle yemeğinin Bayram günü “Olmazsa olmazlarındandır” yemek üstüne yenecek olan “Tel gadeyif.”

***

Onun için ev halkı ile birlikte biz çocukların da Bayram namazı saatın dan önce kalkıp, büyükler camide iken “Tel Gadeyif” kesen sevgili Fatmabamızın kapısını elimizdeki boş “Gadeyif Tepsisi” ile birlikte çalmamız gerekirdi, yanına girer otururduk “Aşevindeki” hasırın üstüne. Bir koku ki dayanılır gibi değil. Mis gibi ateşte pişmiş hamur kokusu. Yer ocağında harlı kömür içine yerleştirilmiş “üç ayaklı” demirin üstünde kızgın saç “Sini” ve ahşap ekmek teknesi içinde tel gadeyif olmaya hazır bol sulu hamur. Bu cıvık hamur “garşı unu” ile yapılırdı (“Unutulmasın diye” adlı kitabımın 42 inci sayfasında “Karşı” başlığı altına bakınız). Bu hamuru tel tel yapan aygıt ise, alt kısmı sanki basılarak daraltılmış ve kapatılmış, altında iki cm. aralıklı sıra delikleri olan bir “maşrappa”. Her deliğin ağzına da iki cm. boyunda bir “ülük” yani borucuk kaynatılmış. Bu aygıtın içine cıvık hamur doldurulup kızgın sini üzerinde gezdirilince, o deliklerden akan sulu hamur telleri, kızgın sinide bir birine değmeden hızla pişerek tel tel olur ki hemen ve yanmadan siniden alınması lazım. Beraberinizde getirdiğiniz tepsi ve üstüne örtülecek bez hazır orda bekler ve anında kömür üstündeki kızgın saç sinide oluşmuş, Bayram tatlısı olmaya hazır tel kadayıflarını, Fatmaba bir ahşap maşa ile toparlayıp elinizdeki tepsiye,dağıtmadan itina ile serer... Bu işlem tekrarlanarak tepsiniz doldurulur üstü örtülür ve kaptığınız gibi tekrar hamurlaşmadan eve koşar, annenizin elini öper az sonra Bayram namazından dönen babanızın da boynuna sarılır hep birlikte en yeni elbiselerinizle bayramı başlatırsınız.

***

Bayram, eğer Ramazan bayramı ise, Oruç ayı olan Ramazan süresince caminin damında Teravih namazına kadar “sela” lar okunur. Bu selalar, biz çocuklar ve gençler arasında bir yarış biçimine dönüşürdü... Teravih namazı başlar başlamaz etrafta bir sessizlik başlardı, susardık.

***

Polinin karşısında, derenin ötesindeki Prodromi köyüne, caminin kubbesinden okuduğumuz Selayı, oraya kim duyurabilir diye yarışırdık. Girişilen yarışın sonucu bir gün sonra, yani ertesi gün belli olurdu. Poliye gelen köylüler bir gece önceki sela okuma yarışının sonuçlarını tanıdıkları seslerin isimleri ile Cami Kahvesinde tek tek verirlerdi. Polinin camisinde minare yoktu. Selaları caminin “Tonoz kubbesine” çıkarak okurduk. Lüzinyan chapeli olarak 14 üncü yüz yılda yapılan bu chapel camiye çevrilmişti. (“Unutulmasın diye” kaleme aldığım kitabımın 134 ve 151 inci sayfalarındaki bölümlerine bakınız)

***

Derken Bayram sabahı güneşin ilk ışıkları ile camiye doğru bir hareket başlar ve namaza gelen köylüler cemaat mahallindeki serilmiş hasırlar üzerinde namaz saatine kadar sohbetlerini sürdürürlerdi sabahın serininde. O Bayram sabahları öyle idi ki dargınlıklara, kırgınlıklara asla yer yoktu herkeste can, ciğer bir kucaklaşma, bir el sıkışma ve başka zamanlarda göremeyeceğiniz bir içtenlik vardı. Caminin çıkışında lokum veya “kahatlı yemiş” tutulur, Bayram kutlaması yaşlılar sırası önünden el öperek, kucaklaşarak geçmek suretiyle yapılırdı.

***

Orucunu Ramazan bayramında camiden çıkıncaya dek, bayram sabahına kadar devam ettirenler de vardı çoğu köylülerimiz arasında. Bayram yemeği için harcanan emek ve ustalık anlatılmakla bitmez. Ramazan Bayramı ise, oruçluya bir ikram masası, kurban bayramı ise, et yemeklerinden beğen de beğendiğinin alası olan bir sofra ile zenginleştirilir ve masaya oturulurdu. Neler olmazdı ki o masada. Fırın kebabından tutun aklınıza ne gelirse daha doğrusu Allah ne verdiyse şükrederek, pişirilmiş “Akideli tel gadeyife” sıranın ne zaman geleceği sabırsızlıkla beklenirdi... Üstü hafif pembeleşmiş içinde iri iri, ince kabuğu soyulmuş, kızarmış badem içi ve nefis bir “akide” içine yerleşmiş “tel gadeyif” önünüzde hazır artık. “Ye yememin be gardaş” diye esprisi yapılarak başlanırdı işe.Hele o çıtır Tel kadeyifin ağızdaki çıtırtısı inanın yiyenin gözlerini mayıştırırdı keyiften.

***

Bu arada mutfakta, öğleye bayram yemeği yetiştirmeye çalışmış, yorulmuş emektar anneciğimize ne verseniz azdır. Ama onun yaptıklarını beğeni ile yiyen bizleri gördükçe mutluluğuna diyecek olamaz, bütün yorgunluğu geçerdi. Bayram yemeğinden önce aile kendi içinde kucaklaşır bayramlaşır ve öğleden sonra Bayram kutlamaya gidilecek yerlerin bir listesi yapılırdı. İlk gün eğer ailenin en büyüğü iseniz evde oturur, el öpmeye gelenleri beklerdiniz. Biz çocuklara gelince tüm büyüklerimizden hem hayır dualarını hem de bayramlıklarını almak için koşa koşa ziyaretlerine gider bayramlıklar yanında, şefkatlı kucaklarında veya dizlerinde aradığımız sevgiyi bulurduk.

***

İşte böyle idi bayramlar “Bizim zamanımızda” ama 60-70 yıl önce tabii.

Sevgi, saygı, şefkat, fedakarlık ve düşündüren bir yaşam zenginliği içinde idrak edilen bu mutlu bayramlar gibi daha nice bayramların yolunu dört gözle beklerdik.

Bayramlarınız çok olsun.

Sevgi ve sağlıcakla kalın...”

Arif Feridun

 

Arif Feridun - "Yazgı"

Kıbrıs Gazetesi - Prof. Dr. Vedat Yorucu -  15 nisan 2016

Ekonominin temeli üretimdir. Eğer üretim olmazsa, ekonomi de olmaz. Bir şey üretebilmek için, belli bir işgücü saati harcamalı, ortaya bir değer yaratmalısınız. Biz buna iktisatta artı değer diyoruz. Emeğin artı değeri, her ne kadar saat başı ücret ile ölçülüyorsa da, bazen para ile ölçülemeyen değerler de vardır. Hatta bunlar paradan çok daha değerlidir. Mikro iktisadın temel konularından birisi olan üretim ve maliyet teorisi, sanat ve edebiyat ile buluştuğunda, kuramları açıklamak yetersiz kalır. Yukarıdaki başlıkta okuduğunuz Arif Feridun beyefendi, Kıbrıs Türk insanının yetiştirdiği aydınlardan biridir. Arif Feridun, 1935 yılında Poli kasabasında dünyaya geldi. Baf’ta tamamladığı eğitimi sonrası İstanbul’a giderek yüksek mimar oldu. İstanbul’daki mimarlık eğitimi sonrası, Almanya’da ve İngiltere’de de meslekte üstün hizmetleri oldu. Sanırım 50’li yaşların ortalarına doğru, ya da 60’lı yaşların başlarında Doğu Akdeniz Üniversitesi’ne gelerek Mimarlık Fakültesi’nin kuruluşuna büyük katkılar koydu. Binlerce öğrenci, onlarca akademisyen yetiştirdi. Yetiştirdiği çok sayıda doktora öğrencisi şu sıralar Profesör ve Doçent oldu. Bazıları yurt dışındaki üniversitelerde Dekan, Bölüm Başkanlığı görevlerindedir. Bazıları da yurt içindeki üniversitelerde aynı mevkilerde, hatta Rektör Yardımcılığı makamına kadar yükselmiş, önemli akademik ve idari görevler yürütmektedir. Onun gibi, sevgili eşi Solmaz Feridun hanım da, aynı meslekte yıllarını harcamıştır. Solmaz hanım da, yüksek mimar olarak DAÜ’de çok sayıda öğrenci yetiştiren saygıdeğer bir hocamızdır.

***

Arif Feridun, emekli yaşına geldikten sonra yan gelip yatmamıştır. Üretmenin yaşı yoktur diyerek çalışmaya devam etmiştir. Bir başkasının ne makamında, ne de ekmeğinde gözü asla olmamıştır. Bu yüzden de emeklilik sonrası, asla akademik ve idari görevler kabul etmemiştir. Çok tatlı sohbetleri olan Arif Feridun, toplum içerisinde sevilen sayılan bir kişidir. Onun sevecenliği ve insanlara verdiği değer, aynı zamanda yayımladığı kitaplarına da yansımıştır. “İki Mimarın Bir Öyküsü”, “Unutulmasın Diye”, “Kaldığımız Yerden” gibi otobiyografi türünden kitaplar yayınlamıştır. Eylül 2015 tarihinde yayınladığı son romanı “Yazgı”, aslında bir deneme’dir. Bu kitap, öylesine güzel yazılmıştır ki, kitapta kullanılan yazı üslubu, Latin edebiyatının Nobel ödüllü romancısı Gabriel Garcia Marquez’i andırmaktadır. Marquez’in “Yaprak Fırtınası”, “Yüzyıllık Yalnızlık”, “Kolera Günlerinde Aşk”, “Kırmızı Pazartesi” isimli romanlarında kullandığı dil ile Arif Feridun’un anlatım dili ve üslubu çok örtüşüyor.

***

“Yazgı” isimli romanın konusu kısaca şöyle:

1974 öncesi bir Kıbrıslı Rum ailenin yanında (Nicos ve eşi Yuanna) mesleğini Lefkoşa’daki bir marangoz atölyesinde (Tak Tak Tak Marangoz Atölyesi) icra eden Kıbrıslı Türk marangoz ustası Hasan usta (Maestro Hasan), patronu Nicos ile çok iyi bir arkadaştır. Yıllarca süren dostlukları vardır. Emekli yaşına gelen Hasan usta atölyeden ayrılır ve geriye kalan emeklilik hayatını deniz kenarında balık avlayarak ve galif altında geçirir. Doğa tanımlamasını usta bir üslupla anlatan Arif Feridun, Lefkoşa temasına da dokunmaktan geri kalmıyor.

***

Hasan ustanın oğlu Orhan, Londra’daki tahsilinden dönerek Nicos’un atölyesinde babasının mesleğini devam ettirir. Nicos’un ölümü sonrasında, eşi Yuanna ve kızı Ksenia, Orhan’ın öncülüğünde atölyeyi çalıştırmaya devam ederler. Bu arada, Ksenia ile Orhan arasında müthiş bir aşk ilişkisi başlar. Bu iki genç arasındaki aşk, masum ve tertemiz bir aşktır. Aralarında birbirlerine karşı sevgi, saygı ve anlayış vardır. 1974 öncesi gece mevziye, gündüz atölyeye giderek hayatını kazanmaya çalışan Orhan, asla ne ustasına, ne de sevdiği kıza karşı bir düşmanlık beslememiştir. Aksine, onun Ksenia’ya karşı duyduğu aşk, giderek daha da alevlenerek artmıştır. 1974 Sampson darbesi ve EOKA’nın şiddet olayları nedeniyle Lefkoşa sokaklarında barut kokuları vardır. 20 Temmuz Barış Harekâtı’yla Lefkoşa ikiye bölünür. Böylece artık Orhan ve Ksenia’nın yolları ayrılmıştır. Onlar, ayrı taraflarda yalnız kalmışlardır. Bu aşk bir süre gelgitlerle Londra’ya taşınır. Ama, çok kısa süreli ve oldukça da maliyetli olur. Orhan, kendi işini Kuzey Kıbrıs’ta kurmaya çalışırken, Ksenia da aynı şekilde Güney’de baba yadigarı atölyeyi çalıştırmaya devam eder.

***

Gel zaman git zaman, Ksenia’nın Orhan’dan ayrılığı, ona psikolojik rahatsızlıklar verir ve uzunca bir zaman psikiyatri tedavisini gerektirir. Araya başka sorunlar da girince, bir gün yine tanıdıkları bir ailenin oğlu ile evlenir ve bir kız çocuğu dünyaya getirir. Aradan geçen yıllar, Orhan’ın içindeki aşkı bitirmemiştir. Orhan, Ksenia’dan ayrı yaşıyorsa da, yine bir gün ona kavuşma inancını hiç yitirmemiştir. Aradan geçen 30 yıllık ayrılıktan sonra, kapıların 2003 yılında yeniden karşılıklı geçişlere açılması sonrası, Orhan ve Ksenia’nın yeniden buluşmaları artık mümkün olmuştur. Ksenia’nın peşini bir türlü bırakmayan talihsizliklere bir yenisi daha eklenmiş ve eşini kalp krizi sonucu kaybetmişti. Ksenia’nın kızından ve yaşlı annesinden başka kimsesi kalmamıştır. Romanın sonunu merak ediyorsanız, kitabı alıp okumanızı (http://arifferidun.jimdo.com/4-yazgı) ve süprizlerle dolu gelişmeleri öğrenmenizi tavsiye ederim.

 

Arif Feridun'la Adalı yazgımıza dair bir sohbet...

Kıbrıs Gazetesi - Ahmet Tolgay - 3 Ocak 2016

Hakkında yazı da yazdım. “Yazgı (Bir Deneme)” okuduğum ve çok etkilendiğim son yerel kitaplardan biri. Kitaptaki imza Kıbrıslı okurların artık iyi tanıdığı Arif Feridun’a ait.

Daha önce de belirtmiştim ya; bu yeni kitabında, Arif Feridun okuyucularına farklı bir tat sunuyor. Şiirle başlayan daha ilk sayfalarından ilginç bir ada öyküsü vaadinde bulunuyor. Sayfalar çevrildikçe de, bu vaadini fazlasıyla yerine getiriyor.

Yazar, çok zengin olduğu kuşku kaldırmayan yaşam birikimlerini bu kez roman formatında sunmayı denedi. Ve amacına ulaşmayı da çok iyi başardı. “Kıbrıs” denen kadim Akdeniz olayına, Türk – Rum ayrımı yapmadan objektif bir pencereden baktı. Bu olay içindeki minik bir ayrıntı olarak, olanaksız bir aşkı anlattı.

Bu olanaksız aşk,  “Orhan” adlı Türk genci ile “Ksenia” adlı Rum kızı arasında yaşanan hüsranlı bir romantizmdir. Ne ki, Kıbrıs’ın acı gerçekleri böyle bir romantizmi kaldıracak cinsten değildir. Arif Feridun, bize sunduğu 250 sayfalık öyküsünde, çeşitli siyasal, ekonomik ve sosyal nedenlerden dolayı Kıbrıslı insanların genellikle İngiltere’ye göç etmesinin ilginç kurgulamalarını da yapıyor.

*

“Yazgı”yı okuduktan ve okuduklarıma dair gözlemlerimi bu köşede paylaştıktan sonra Arif Feridun dostumla bir de sohbet yapma olanağı buldum. Ondan ilginç şeyler dinledim.   Arif Feridun diyor ki; “Oldum olası bu güzel adanın insanı, ‘derdine bir çare’ diye, ta İngiliz müstemleke döneminden gelen bir alışkanlıkla, İngiltere’ye hep bağlantılı hareket etmiştir. Yüzlerce Ada evlâdı orayı çok kere adeta vatan toprağı gibi görmüş, oranın yaşam biçimine uyum sağlamış, torun sahibi olmuş, kök salmış. Bu sadece biz Türklerce değil, Rumlarca da aynı şekilde kullanılmış ve kullanılmaktadır. Eskiden ‘Londra – Kıbrıs’ derken, şimdilerde ‘Londra – Kuzey Kıbrıs’ ve ‘Londra - Güney Kıbrıs’ hattı olarak arada bir dar açı kavramı yerini almış.”

Bu “İngiltere’ye göç eğilimi”nin nedenlerini bir de ondan dinlemek istediğimde bakınız o konuda ne dedi:

“1930’larda, ‘Londra’ ya (‘İngiltera’ ya değil) göç eden insanımızın göç nedeni Ada’nın hali idi. Köydeki yaşamı çok iyi biliriz o dönemde. Yokluk diz boyu. Haberleşme ve ulaşım nerdeyse yok veya ağır aksak. Elektrik ne gezer… Okul ise yanar söner, ‘henneccik’ bir şey. Kırık dökük sınıflı bir ilkokul, ama fena da sayılmazdı hani... Böyle bir ortamda kalan insan belki bir orta okul şansı veya bir sanat öğrenme olanağı bulunur diye ‘Şeher’e gitme hayalini kurar ve ucuna da  ‘ikinci adım’ olarak Londra’yı bağlayıp aradan sıyrılıp oraya ulaşan şanslı (!) köylülerinden, akrabalarından yardım isterdi.”

O günlerin, pantolonlarda yamanın hiç de ayıp olmadığı dönemler olduğuna vurgu yapan Arif Feridun, okumaya meraklı olanların ise Anavatan’ın verdiği burslarla Türkiye’ye gittiklerini, okuduklarını ve de orada kalarak ancak yıllar sonra Ada’ya dönebildiklerini söylüyor. Ha, bir de Ada insanlarının yaşamına giren dünya savaşı olayı vardır ki, o konuda şunları ekliyor:

“İkinci Dünya Savaşı’nın korkunç günleri ile Ada gençliği, Rum olsun, Türk olsun askere gidip ya sağlığından olup gelmiş ya da hiç gelmemiştir, gelememiştir.”

İşte o çok zor dönemlerde herkes sığınacak bir kapının derdinde iken “Yazgı”nın içeriğini kendisinin bu algılama ile seçtiğini ve Ada halkının iç tedirginlikler, savaşlar,  kısıtlı yaşam koşulları ile geçen günlerini anlatmaya soyunduğunu belirtiyor. “Yazgı”nın, tüm bunları satır aralarında sunduğunu ve daha okunur, daha ilginç bir yaklaşımla anlatmak için  “öyküleştirilmiş” bir anlatım tarzı denediğine parmak basan yazar, “o günlerin yaşam biçiminin söylemini,  kitabın kahramanlarına yükleyerek şarkılı sözlü, şiirli teatral bir öykü içeriği içinde sunmaya çaba gösterdim” açıklamasında bulunuyor.

*

Benim kitapla ilgili yorumumda geçen “olanaksız bir aşkın öyküsü” betimlememi çok yerinde bulduğunu belirten Arif Feridun, sözlerini şöyle sürdürdü:

“Her şeyi ben Kıbrıs’la özdeşleştirmeye çalıştım. Öyküleştirme tarzı olarak bunu seçtim. Adamızın kadim tarihine bakınız: Uzun tarihi boyunca büyük değişimler yaşamış, hatta jeolojik dönemlerden tutun, politik fırtınalarla dövünmüş, göçler yaşamış, asırlar boyu bölünmekten kurtulamamış, rivayete göre şarabı başına dert olmuş. Bakırını sevmişler, adına bile yakıştırmışlar. Afrodit’in pınarlarını barındırmış, Akalar’la yaşamış, Arnavutlar’dan isimlerle yürümüş. Akamantus’u görmüş, Lüzinyan, Venedik, Osmanlı, İngiliz hükümranlıkları ile dokuza bile bölünmüş, Kleopatra’ya hediye edilmiş, ‘icar’ edilmiş… Ve günün sonunda bence sırtına tüm bunlar yüklenmiş bir anlatımda gene de değişmeyen yazgısızlıklarla Orhan ile Ksenia nerede kalmış? Acaba bundan sonra nereye varacaklar? Düşünmeye değer. Ve şöyle bitirmişiz: ‘Eğer sevgi ise aradığınız, bilin ki o her zaman oradadır. Onu bulursunuz.’ Yani sevginin fermanı falan yoktur. Ha, iyi hoş da, ne zaman bulunabilecek orada duran bu sevgi?!”

Arif Feridun, bu duygusal değerlendirmesine şu sözlerle koyuyor noktasını:

“Gölgelerin uzadığı saatler, akşamın habercisidir. Ona biz hep ‘kaş kararmadan’, yani ‘akşam olmadan’ derdik eskiden. Şimdi de diyorum ki, günler bizi gecelere devretmeden, ne olur sevgiyi ve kalıcı bir barışı bulalım artık.”

 

Arif Feridun'dan bir deneme...YAZGI

Yeni Düzen - Neriman Cahit - 28 Aralık 2015

“YAZGI”,  Onun:  “Bir Deneme” dediği yeni kitabı:  İki Toplumlu İlişkileri de konu alan… Büyük bir ilgi ile okunacak bir eser…

***
Son noktayı koymadan Arif Feridun Beyden bir ricam: Lütfen yazmaya devam edin… Çünkü ve özellikle Kıbrıs’ta: İki toplumun birbirine yaklaşımı çalışmalarının sürdüğü bir dönemde…
Sevgi ve Saygıyla…

***

Arif Feridun, bir mimar…
Ama, Ona bir ‘Yazar’ da diyebiliriz… 1935’de Poli’de doğmuş…

İlk  Öğretim Yıllarını, - Poli’den başlayarak – Baf, Lefkoşa, İTÜ, İstanbul’dan sonra… Almanya, İngiltere ve Türkiye’de staj ve mesleki faaliyetlerle…
Son 20 yılını da: ‘Üniversite Hocalığı ile noktalayıp ayrılmış. 

“DAÜ  Mimarlık Fakültesi Kuruluşunda”  görev almış ve orada ders vermiş…
Meslektaşı olan eşiyle birlikte: Kıbrıs’ta, Almanya, İngiltere ve Türkiye’de Mimarlık alanında yaptıkları çalışmalar, deneyimler ve projelerde edindikleri birikimleri: 

“İki  Mimarın  Öyküsü” adlı kitapta toplamışlar…

 

Arif Feridun’dan olanaksız bir aşkın öyküsü: “Yazgı”

Kıbrıs Gazetesi - Ahmet Tolgay - 13 Aralık 2015

Son okuduğum kitap, Arif Feridun’un, okuyanlarımızın artık iyi tanıdığı imzasını taşıyor: “Yazgı (Bir Deneme)”… Bereket kazanan yayıncılık ortamımızın yeni meyvesi. Yüksek Mühendis - Mimarlık ve akademisyenlikten gelme yazarımızın diğer üç yapıtını da beğeniyle ve etkilenerek okumuştum. Kitaplara ilişkin gözlemlerimi de okurlarımla paylaşmıştım.

Bu yeni kitabında, Arif Feridun okuyucularına farklı bir tat sunuyor. Şiirle başlayan daha ilk sayfalarından ilginç bir ada öyküsü vaadinde bulunuyor. Sayfalar çevrildikçe de, bu vadini fazlasıyla yerine getiriyor.

Çok zengin olduğu kuşku kaldırmayan yaşam birikimlerini bu kez roman formatında sunmayı denemiş yazar… Böyle olunca da düşlerini, beklentilerini ve kurgularını da kitabında bolca harmanlıyor.

Biyografik ya da tarih olmuş kişilerle ilgili belgesel bir kitap yazdığınız zaman kişilerin ve olayların niteliğine bağlı kalmak zorundasınız. Ama kendi kurgun olan bir kitabı, hele de roman formatında yazıyorsanız, karakterlere de, olaylara da dilediğiniz nitelikleri verebiliyor, onları kendi kurmacanız olan düşsel serüvenin içinde, yaratıcılığınızın coşkusuyla dilediğiniz gibi oynatıp yönlendirebiliyorsunuz.

İşte Arif Feridun’un, bu son yapıtında, Kıbrıs’ın tarihi gerçeklerinden yola çıkarak denemeye çalıştığı aynen budur. Kendi kurmacası olan uzun soluklu bir öykü içinde, kendi yarattığı kahramanlarına acı bir Kıbrıs serüveni yaşatıyor.

*             *             *

Arif Feridun, daha kitabının başında bizlere anlatacağı öykünün birkaç satırlık bir özetini sunarak nasıl bir denemeye giriştiğinin de işaretini veriyor…

1930’larda, Kıbrıs adasının bir dağ köyünde yokluk içinde yaşayan bir Türk ailesi, çocuklarına daha iyi bir gelecek sağlama umuduyla Lefkoşa’ya taşınır. Ailenin oğlu, bir Rum dülgerin dükkânına çırak olarak verilir… Atölyede şevkle çalışmaya başlayan Türk genci, işinde gösterdiği başarıyla öne çıkar ve dülgerlik mesleğini çok iyi öğrenir.

Bu arada Kıbrıs’ta Türk ve Rum toplumları arasında başlayan çatışmalar tırmanmakta, iki toplum arasındaki ilişkiler yeni boyutlar kazanmaktadır. Gelgelelim öyle duygular var ki, siyaseti de, şiddeti de teğet geçerek farklı ve hatta karşıt kültürdeki insanları her şeye karşın birbirine yaklaştırabilmekte, birbirine bağlayabilmektedir. O duyguların en güçlüsü de aşktır.

Dülger çırağı “Orhan” adlı Türk gencinin “Niko” adlı Rum ustasının kızı “Ksenia” ile çocuklukta başlayan yakın arkadaşlığı, zaman içinde tutkulu bir aşka dönüşecektir. Aşk öyküsünün “Kosta” adlı bir de kara çalısı var ki, Ksenia’yı alamasa bile, egosunu bastırabilme adına, gün gele Ksenia’nın kızını oğluna alacaktır. İki halkı birbirine kanlı biçimde düşüren adanın o çok zor koşulları içinde olanaksız sayılan bir aşk, dal – budak salabilmiştir. Kuralları ve kriterleri kara ve kesin çizgilerle belirlenen o etnik ve siyasal koşullarda bir Türk genciyle bir Rum kızının aşkı ne demektir?! “Tabu” demektir!..

İşte tabuları da yıkacak güçteki o aşk ilişkisinin, her biri bir yana savrulan, son buluştuklarında ise işin işten geçtiğini derin hüzünle anlayan iki kahramanını, acıyla dolu bir serüven ve hüsranlı bir gelecek beklemektedir. Siyasal ve etnik olayların gelişimi ve hadiselerin iki toplum arasına çektiği duvar, iki gencin birleşebilmesini önleyen etkenlerdir.

*             *             *

Arif Feridun, 250 sayfalık öyküsüne temel yaptığı bu olanaksız ve umutsuz aşk temasının çevresinde, bizi nice Kıbrıs gerçeği ve yaşanmışlığıyla buluşturuyor. Kıbrıslıların siyasal çalkantılar içinde neler yaşadıklarını, vatanda kalanların hiç bitmeyen kavgasını, bu kavganın temeldeki nedenlerini, vatanlarında tutunamayanların göç serüvenlerini ve vatan özlemlerini, dar gelirli esnaf yaşamını dokunaklı bir dille anlatıyor. Türkçeyi çok güzel kullandığını bu kitabında da okuyucusuna duyumsatan Arif Feridun, yerel literetürü öyküsüne yerli yerinde yerleştirmeyi de ihmal etmiyor. Yazarın bu konudaki duyarlılığı, kitabının “Kıbrıslılık” havasını daha bir yoğunlaştırıp, satır aralarında buram buram estiriyor…  Ve tabii ki o yerel literetür, kitabın, gittikçe zenginleşmekte olan bizim “Kıbrıs kitaplığı”ndaki yerini de güçlendiriyor ve farklı kılıyor.

Başarılı ve samimi “Denemesi”nden dolayı Arif Feridun’u gönülden kutlarım. Tabii ki, bizi yeni çalışmalarının beklentisine soktuğunu da ona anımsatmak isterim. Okuyucusu olan, okuyucu kazanan her yazar yazmaya mahkûmdur, yazmakla mükelleftir.

Yüksek Mühendis - Mimar – Akademisyen yazarımızın daha önce bizi buluşturduğu diğer üç kitabı tabii ki okurların belleğinin en silinmeyen yerindedir: “Unutulmasın Diye…”, “Kaldığımız Yerden” ve Yüksek Mühendis Mimar eşi Solmaz Feridun’la birlikte kaleme aldığı “İki Mimarın Bir Öyküsü: 1960’lardan Günümüze.”

Emeklilikte “emeklemeyen” bir isim: Arif Feridun 

Yeni Düzen Gazetesi - Eralp Adanır -  15 Kasım 2015

Bazan insanın aklına düşer işte; “emekli olduğumda ne yapacağım” sorusu.

Bu aslında biraz da emekli olmadan ne iş yaptığınız ve ne kadar üretkenliğe bağlı olduğunuzla ilgilidir.

Verilen görevleri yapan bir pozisyonda çalışma hayatınızı geçirmişseniz, genelde zevk alabileceğiniz, bahçe işleri veya kahveye gidip oturma, sohbet, günlük gazeteleri okuma ve bunun gibi, “toplumsal üretim” yerine, bireysel hobilerle emeklilik hayatınız örtüşebilmektedir.

Şayet mesleğiniz “bilgi-üretmek-yenilenmek-değişim-toplumsal yarar” üzerine ise, işte o zaman da üretim ve toplumsal katkı sorumluluğundan pek kurtulamazsınız.

Elbette kabuğuna çekilen çok insanımız da olur emeklilik dönemlerinde ama bazıları, emeklilikte “emeklemek” yerine, yaşamdan haz duymayı, her geçen günü değerlendirmek babında, üretim iksirinden yararlanmayı sürdürür.

İşte mimar Arif Feridun bey, mimarlık mesleğinden “emekliye” ayrıldığında, mimarlıktaki “detay” kaygusunu, herkesin gördüğünden farklı görüp yorumlama becerisini bu kez anılarıyla ördüğü kitaplarına aktarıp, yazın dünyamıza kazandırmayı sürdüren birisidir.

Dilimizi çok güzel kullanıp anlatmaya başladığı ilk anı kitabı “Unutulmasın Diye”, ardından gelen “Kaldığımız Yerden” kitabıyla özelde Baf’ın Poli kasabasının sosyo-kültürel geçmişi, yaşanılan politik gelişmeler hakkında bilgi edinirken, genelde ise Kıbrıs insanının yaşamındaki her hâli’n izdüşümlerini bulabilmekteyiz.

Bu tip “anı” çalışmalarında her zaman değindiğim gibi; “öznel” bir yapıya sahip olsa da anılar; satır aralarında “görmesini bilene” çok önemli bilgiler verebilmektedir anlatılan dönem hakkında.

Arif Feridun beyin yazım alanında attığı üçüncü imza ise, eşiyle yaptığı ortak çalışma “İki Mimarın Bir Öyküsü” adını taşımaktaydı.

Mesleki süreçlerini belgelerle anlatan kitap sadece mimarlık mesleğindeki insanlarımızı değil, kitapta yer alan eserler, çalışmalarla birlikte o günün toplumsal, kültürel olaylarını, bakış açılarını da öğrenme fırsatı sunan bir çalışmaydı.

Ve 4. Kitabı “Yazgı- bir deneme” ile bir kez daha yazın dünyamıza katkısını koyuyordu Arif bey.

Yine anılar peşini bırakmamış ama, yaşanmışlıklar ve bilgi dağarcığını bu kez farklı bir yöntemle örmeye başlamış.

Tarih, kültürel yaşam, politik ve özellikle “mücadele günleri” dediğimiz dönemler içerisinde yoğrulmuş anıları bu kez, yarattığı karakterlere yükleyerek, deneme-öykü tadında bir sunumla geçmişe-kendimize yolculuğumuzu gerçekleştiriyor.

Belki diyaloglar daha keskin ve daha fazla kullanılır olsaydı, rahatlıkla bir “roman” formatına dönüşebilirdi.

Fakat önceki anı türünde yer alan kitapları gözönünde bulundurulduğunda, “Yazgı”da, daha farklı bir yol izlediği gözlemlenebilmektedir.

Bu da akla şu soruyu getiriyor; Arif beyin yazın alanımızdaki yolculuğu öyküsel anlatımlarla mı devam edecek acaba? Bence özünde Kıbrıs, Kıbrıs insanı, kültürel mirasımız olduğu ve bu konularda bilgiler verdiği sürece, edebiyatımızın her alanı tüm bu bilgileri okurla buluştuırmak için bir araç olabilir.

 

Yolunuz, kaleminiz hep açık olsun Arif bey.

 

Arif Feridun’dan üç kitap birden…

Kıbrıs Gazetesi - Sevilay Sadıkoğlu - 4 Mayıs 2013

“Hade bir anlatayım da unutulmasınlar” veya “olur ya, ben de unutmayayım” diye not etme sevdasına kapıldım.
Emekli olduktan sonra bol vakitli bu “emekleme dönemini” de böylece bir işe yaratmış olayım dedim. Zaten başkaca da ne yapabilirdim ki?

(Kasım 2010)

Ne iyi ettiniz de yazdınız Arif bey… 

Ben avukat Oktay Feridun ve eğitimci Hüsnü Feridun beyefendilerle tanışma şerefine eriştim yıllar önce… Arif Feridun isimli yüksek mühendis-mimar bir kardeşleri daha olduğunu biliyordum. 
Ne değerli insanlar yetiştirmiş anne-babaları meğer… Tüm kardeşler de ayrı ayrı birer değer bu küçücük toplum içinde…

Arif Feridun 1935 yılında Baf’ın Poli köyünde dünyaya gelmiş. İlkokulu Poli’de, orta okulu Kasaba-Baf’ta, liseyi Lefkoşa’da, üniversiteyi İstanbul’da, stajlarını Türkiye, İngiltere ve Almanya’da tamamlayarak yüksek mühendis-mimar olarak adaya döndü. 
Mimarlık mesleğinin her dalında çalıştıktan sonra, son yirmi yılını DAÜ’de hocalık yaparak hayatının en güzel günlerinin bir bölümünü Yrd.Doç. olarak tamamladı.
Meslek ve sınıf arkadaşı Solmaz Feridun’la hayatını birleştirip mimarlık mesleğinde de aynı yolu takip ederek elli yıllık bir çalışma hayatından sonra yerini yetiştirdiği gençlere bırakarak yuvasına, bahçesine ve çocuklarına zaman ayırarak güzel bir emeklilik hayatına başladı.

Emeklilik günlerinde de boş durmayan Arif Feridun  “Unutulmasın Diye”, Kaldığımız Yerden” adlı hayat hikayelerini yansıtan ve sanırım Kıbrıs’ta bir ilk kitap olma özelliğini taşıyan “İki Mimarın Bir Öyküsü” adlı içinde yazar ve eşinin mimari projelerinin yer aldığı üçüncü bir kitaba da imza atarak, yazın dünyamıza değerli üç kitap kazandırmış oldu.
Herkesin kendinden bir şeyler bulacağı bu kitapları mutlaka okumalarını önerir, Arif Feridun beyefendiye de daha nice sağlıklı yıllarda, toplumumuzdan yaşanmışlıkları yansıtan daha nice kitaplara imza atmasını dilerim.

Bir zamanlar Kıbrıs’ta mimarlık…

Kıbrıs Gazetesi - Ahmet Tolgay - 3 Mayıs 2013

“İki Mimarın Bir Öyküsü” başlıklı kitap tanıtım yazım, kitabın kahramanlarıyla görüşülmeden, sadece öyküleri incelenerek yazılmıştı. Kitabın özneleri olan Solmaz ve Arif Feridun çifti uzun bir süredir Fransa’dadırlar. O yazımın arkasından elektronik postadan aldığım mektup, tanıtımını yapmaya çalıştığım kitabın içeriği ve amacı hakkında bizzat yazarından ilginç notlarla döşendi. Yazımı Fransa’da internetten okuduktan sonra kendi vizyonuyla konuya eğilen Arif Feridun bakın neler yazmış: 
    “Ahmet Tolgay bey kardeşim; 
   Nisanın ortasından beri eşimle birlikte Fransa’dayız. ‘Torun turu’ diyebileceğim bu geziyi Londra üzerinden tamamladıktan sonra adaya dönmeyi planlıyoruz. KIBRIS gazetesindeki yazınızı okuduktan sonra, bazı konuları da kendim eklemeyi gerekli gördüm.
   Sizin de yazılarınızda ve sohbetlerinizde güçlendirmenizle tamamladığımız üçüncü kitabımızdır bu… ‘İki mimarın bir öyküsü’ne gösterdiğiniz sıcak yaklaşımınıza her zaman olduğu gibi yine teşekkür ederiz.
   Sizler gibi her gün bitmek tükenmek bilmeyen memleket meselelerine parmak basan bir önde gelen kalemin bize vakit ve yer ayırması olayı, bizler için önemli olduğu kadar takdirlerimizin de fevkindedir.
   Yazınızı okuduktan sonra bazı notlar da ben aldım. Yorum ve takdirlerinize sunuyorum:
‘İki Mimarın Bir Öyküsü’, değişik format ve içerikte, adamızda kendi konusunda yayınlanan bir ilktir. İçeriği nedeniyle, sadece mimar ve teknik eleman dostlarımıza önerilebilir gibi ele alındığını hissediyoruz. Halbuki yapılmış olan onlarca projenin o günkü ihtiyaçlar ve yokluklar içinde nasıl üretildiği yanında, bu gün bu yapıların uğradığı değişikliklerin önemli bir yer tuttuğu anlatılmaktadır.
   Artık resmileşmeye başlayan bir ‘mimar-oda-işveren’ ilişkisini ve 1960 Cumhuriyeti’nin konuya eğiliş biçimini de içermektedir bu kitap…
   Bütün bunların yanında, bir günümüzün bile boş geçmediği çalışmalarımız çerçevesinde gerek yarışmalar yoluyla kazanılan ödüller, sanatsal resim, çizgi ve fotoğraf çalışmaları ilgi duyan herkese açıktır. Onları da ilgilendirebilir…
   Gerek baş kısımdaki yazıların, gerekse kitabın sonuna eklenen üniversite eğitimi ile ilgili yoğun çalışmalarımızın ülkemizde mimar veya inşaat mühendisi yetiştiren üniversitelerimizin öğrencilerine ve onların değerli hocalarına anlatımları vardır. 
   Tabii ki KTMMOB’nin de bu kitabın, en azından çok değerli çalışmaları olan o dönemin meslektaşlarımıza aynı şekilde bir cesaretlendirme ile ortaya koyacakları yeni eserleri ile toplumumuzu buluşturmaları yönünde kolaylıklar sağlaması düşünülebilir.
   Son olarak kitabımızdaki tüm resimler bu güne dek asla yayınlanmamış belgesellerdir. Onların da kendine özgü anlam ve önemleri vardır. Ayrıca bilgisayar teknolojilerinin lâfı bile edilmeyen dönemde, tüm projeler elle ve o günün imkânları içinde, kendi okullarımızda yetişen ressamlarla ve el yordamı ile çizilmiştir.

Selam ve sevgilerle…
Arif Feridun.”

İki mimarın bir öyküsü...

Kıbrıs Gazetesi - Ahmet Tolgay - 28 Nisan 2013

"Unutulmasın Diye" ve "Kaldığımız Yerden" isimli anı kitaplarıyla toplumsal belleğimize zengin katkılarda bulunan Arif Feridun, bu kez yanına kendisi gibi yüksek mühendis - mimar olan değerli eşi Solmaz Feridun’u da alarak meslekte geçirdikleri yarım yüzyılın emeğini ve dökümünü birlikte kitaplaştırdılar. Çok da iyi yaptılar. Onları gönülden kutlarım... Çünkü Arif Feridun, özellikle ikinci kitabı olan  “Kaldığımız Yerden”de, mühendislik – mimarlık mesleğini nasıl seçtiğini, İstanbul Teknik Üniversitesi’ndeki öğrencilik yıllarında eşi Solmaz Hanım’la tanışıp evlenmelerini ve ortak meslek yaşamlarında Kıbrıs’ta karşılaştıkları zorluklardan sonra adadan göç edip Almanya, İngiltere ve Türkiye’de omuz omuza mesleklerini hangi koşullarda yürüttüklerini kendine özgü içten üslubuyla anlatmıştı ama, bu ortak mesleki çalışmalarının ayrıntılarına ve ürünlerine değinmemişti. “İki Mimarın Bir Öyküsü”, işte bu eksikliği gidererek önemli bir belgesel olarak diğer Arif Feridun kitaplarıyla birlikte yazın dünyamızın unutulamayacak üçlemesini tamamlıyor.  
   Tabii ki bu, alışılmışın dışında bir kitap… Feridun çifti, 1960’lardan günümüze dek imza atıkları projeleri fotoğrafları ve öyküleriyle birlikte sundular. Sadece ülkeleri Kıbrıs’ta değil, saygı ve ilgiyle kabul gördükleri dış ülkelerde yarattıkları eserler de, içerikli kitapta yer almakta… Bu özelliği, kitabın teknik boyutunu oluşturuyor. Ama kitapta salt teknik yok. Nostaljik ve bilimsel bir harmanlama söz konusu.
   Altını mutlaka çizmeliyim ki, 190 sayfalık bu kitap salt bir projeler kataloğu olarak algılanamaz. Yarım yüzyılı aşmış entelektüel, verimli ve çok güzel bir beraberliğin duygulandırıcı özetiyle de yüzleştiriliyoruz… Özellikle “Başlarken” adlı bölümde, mimar gözüyle ve mimari çalışmaların zemininde, Kıbrıs Türk toplumunda bugün hızlı bir gelişim göstermekte olan mimari gerçekliğimizin de çok ilginç ve nostaljik bir değerlendirmesi yapılıyor. Mimarlık – mühendislik dünyamızın ve ülkesel yapılaşmamızın çeşitli etkiler altında nereden gelip nereye gittiğine dair, teknik dilden uzaklaşılarak, anlaşılır ve sıcak bir dille bilgiler veriliyor. Arif Feridun’un ilk cümlesinde vurguladığı doğrudur: Bu kitap,toplumumuzda geçmişte mimarlık için verilmiş kişisel çabaların ilk yazılı belgeselidir!... Kitapta ortaya konulan net yol haritası izlenerek, yazılanların görsel bir belgesele dönüştürülmesini o kadar çok isterim ki... Hadi dostum Arif Bey; bir de bunun için uğraş veriniz…
   Projelere bakarken,  mimarinin mekân ve zaman içinde geçirdiği aşamaları ve farklılıkları da görebilmemiz ilginçtir… Örneğin 60’lı yıllarda en estetik yapılar olarak toplumumuzun zevkini ve gururunu okşayan nice eserin o günlerin koşullarında Feridun çiftinin yaratıcılığından doğduğunu ve yıllar içinde gelişen mimarimize bu projelerin esin kaynağı oluşturduğunu kitabın sayfalarını çevirirken anlıyoruz… Bunu kaçımız biliyordu?.. 
Feridun çifti, Kıbrıs’taki proje ve uygulamalarında zarif ofis ve konutların, iş yerlerinin, kafeteryaların ve anıtların yaratıcısı oldu. Bugün o eserlerinin tümü hâlâ asaletleriyle ayakta… Aradan geçen yıllara karşın zarafetlerini korumakta berdevam olan Lefkoşa’daki Mustafa Tangül, M. Turgut,  Feridun Ailesi, Dr. Hüseyin Erginel evleri; M. Seyfi Akdeniz ofis ve evleri, Dr. Şemsi Kâzım ve Zülhayır Apartmanları bunlardan birkaçı… 
   Açılışı 1963’te, savaş koşulları içinde yapılan ve kısa sürede Lefkoşa’nın simgelerinden birine dönüşen Cumhuriyet Meclisi önündeki “Şehitler Anıtı” ile ülkemizdeki ilk kafeterya projesi olan Onuncu Yıl, ya da o günlerdeki adıyla Kuğulu Park’taki tek katlı, camlı şirin ahşap yapı ile önündeki fıskiyeli havuz da, Feridun’ların eseri…   Solmaz – Arif Feridun çifti, Kıbrıs’tan göç ettikten sonra Avrupa’nın Stuttgart ve Londra gibi önemli metropollerinde mesleklerini icra edebilme olanağı bulmuş, başarılı proje çalışmalarıyla oralarda kendilerini kabul ettirebilmiş Kıbrıslı Türk yetenekler. Ortak kitaplarının 85’inci sayfasından sonra dış ülkelerdeki çalışmalarına ve ürünlerine dair ayrıntılı bilgiler var. 
   Kitap, akademisyenlikleri de olan, değerli bir mühendis – mimar nesli yetiştiren Solmaz – Arif Feridun çiftinin yaşam öykülerini de içeriyor. Birlikte katıldıkları yurt dışı yarışmalarda mimari alanda çeşitli ödüller kazanmış olan bu değerli çiftin ortak öyküsünü içeren kitabın, hepimizin ve özellikle mimar ve mühendislerin ve de bu bağlamda eğitim almakta olan öğrencilerin kitaplıklarında bulunması gerektiğini düşünüyorum.    

Solmaz ve Arif Feridun'dan yeni bir kitap : "İki mimarın bir öyküsü"

Halkın Sesi - Eşref Çetinel - 2 Mart 2013

ilk kitabının adı "Unutulmasın Diye" idi. Doğup çocukluk yıllarını geçirdiği Poli'yi anlatıyordu. Gerçekte evet, orada hep bir "Poli" vardı... Ne var ki anlayıp tanımanız için Arif Feridun'un "Poli'sini okumanız gerekecekti. O da zaten okunsun ve "unutulmasın" diye kitaplaştırdıydı o yörede geçen hatıralarını...

Tutun ki bir insanın doğup büyüdüğü, tasada kıvançta bütünleştiği kendi köyü kendi kasabasına göstereceği en büyük vefa onu kitaplaştırmak olmalıydı... Arif hoca bunu yaptı. Ki kitabını okuyup bitirdiğimde, içinden ancak bir iki kez geçip gittiğim bu yöre sanki yıllarca yaşamışım gibi sevgilerime kazındıydı.

Arif Feridun'dan söz ediyorum. Donanımlı bir eğitim ve öğrenimden sonra Mimar olmuş. Almanyalarda kendisi gibi mimar olan eşi Solmaz Feridun'la Mimarlık bürolarında çalışmış, mesleğini ingiltere'lerde sürdürmüş, Türkiye'de Bayındırlık Bakanlığında görev yapmış ve pek çok mimari proje yarışmalarında ödüller almış, sonunda 1991 yılında DAÜ'de öğretim görevlisi olarak hem Mimarlık Bölümü'nü kurmuş hem de hocası olmuş...

Emekliye ayrıldıktan sonra da 1930'lardan bugünlere kadar geliveren sürede "yaşadıklarını" anlatmış...

PAYLAŞMAK GÜZEL OLAY: MüslümanIıkta da vardır. "Paylaşın" der. Bilginizi, sevginizi, becerinizi, hizmet olacaksa hizmetinizi, servetinizi...

Arif hoca paylaşmaya devam ediyor.

ikinci kitabı "Kaldığımız Yerdendi. Bir süre önce elime geçen son kitabı ise "bilgi ve mesleğini" okuyucusu ile paylaşmak amacında yayımladığı "iki Mimarın Bir Öyküsü" adlı kitabıydı. Eşi Solmaz Feridun'la birlikte yazmışlar. Zaten kitabın Mimarlık ve mimari çizimler öncesinde "tanıtımla anlatımları" okuduğunuzda anlarsınız: Karısı ile nasıl bir kader birliğinde hem mesleğini hem de hayatı paylaştıklarını... Tutun ki ta öğrencilik yıllarında istanbul Teknik Üniversitesinde başlayan bir arkadaşlığın evlilikle devam eden birlikteliği. Ve anlarsınız. O öğrencilik yıllarının aşkı hala devam etmekte..."İKi MiMARıN BiR ÖYKÜSÜ:" Yeni kitabının ismi bu. Karısı Solmaz hanım'la birlikte çalışıp kitaplaştırmışlar. "1960'lardan Günümüze" diyorlar...

Doğrusu benim bu kitabı ne anlatmam mümkündür ne de anlamam. Çünkü bu kez iki "mimar" gerçekten "onca yıllık mimari proje ve eserlerini kitaplaştırmışlar." Belli ki büyük emek vermişler.

Hemen her devrede her yerde konutlardan en görkemli anıtlara kadar altında imzaları olan "planları, krokileri, çizimleri ile birlikte sayfalara doldurmuşlar...

Mesela Kıbrıs'tan örnekler vermişler: Konutlar, apartmanlar, kafeteryalar, anıtlar...

Keza ingiltere'den Almanya'dan da mimari proje yarışmalarında ödül almış"eserlerini" aktarmışlar...

Sanatsal çalışmalarını da sıkıştırmışlar sayfalarına... Kısaca şöyle ifade edeyim: Bizde böylesi akademik çalışmalar hemen hemen pek az görülür. Galiba bu tip bir çalışmayı üç dört yıl önce Ata Atun yaptıydı. Mimari projelerini iki ciltlik kitabında sergilediydi.Böylesi kitaplar tutun ki geçen yıllarla birlikte mimari gelişimin tarihi vesikaları olurlar. Nitekim çok ayrı bir alanda, Eğitim alanında, Kıbrıs Türk Eğitim Tarihinden. Bir Ömür" adlı büyük bir çalışmanın ürünü olan kitabı da ağabeyi Hüsnü Feridun yayımladıydı.Bu.tip kitaplar geleceğe kalacak büyük kaynaklar. Arif hocanın ki kendisi kendini bu sıfatla tanımlıyor,kitaplaştırdığı bu mimari çalışmalarının ürünü olan kitabı da kesinlikle geleceğin önemli kaynaklarından olacak.

Bu kitapta okuyacaklarınız “UNUTULMASIN DIYE” yazılmıştır…

Yeni Düzen -  Neriman Cahit- 14 Ağustos 2011

 

Bizde neredeyse, ‘akademik felsefe’ toplumun siyasal, kültürel sorunlarının tartışılmasına hiçbir katkı yapamamaktadır. Tabii ki, her toplum gibi bizim de elbette, ekonomik, kültürel, dinsel boyutlarda, kendimize özgü birikimlerimiz vardır.

Bunun adı kültürdür ve her toplum gibi bizim de “kendimize özgü” bir kültürümüz vardir. (Bu baglamda, belli bir tarihi, dili, söylenceleri ve sanat ürünlerinden söz ediyorum…)

Her kültür düsünür… Düşünce ürünleri ortaya koyar. Bu ürünler, destanları, masalları, türküleri, folklorün her biçimini, hukuku, kuşaktan – kuşaga aktarılan yaşama biçimlerini, yönetim tarzlarını içeriyor.

 

“UNUTULMASIN DIYE…”

Bu girisi niye mi yaptim… Kaç gündür elimden düşüremedigim, nerdeyse öpüp başıma koydugum bir kitap… Yrd. Doçent – Yük. Müh. Mimar Arif Feridun’un, sımsıcak bir somun ve bir avuç zeytin gibi manevi aç insanı doyuran, “Unutulmasın Diye” adlı kitabi için…

Evet, “aç bir insan” nitelemesini bilerek yazdım, toplumumuzu nitelemek için… Kendimize dair hiçbir şeyi belgeleyip saklayamadıgımız, degil gelecek nesilleri… kendimizi dahi besleyebilecek bir “kültür belgelemesi” yaratamadıgımız için… Evet dogru, Osmanlı ve Ingiliz Yönetimleri adamızdan ayrılırken “tüm arşivlerimizi” de götürdüler… Bu ise, müthiş bir “bellek eksikligi”ydi… eksikligidir ; ama, bunun bilincini taşıyanlar, bu topragı “canı-vatanı” sayanlar bu açıgı kapatmak, bir “toplumsal bellek-zenginlik” yaratmak için… parmaklarını dahi oynatmadılar….

Işte, o nedenden dolayıdır ki, Yrd.Doçent Yük.Müh,Mimar, Arif Feridun’un, Düzenlemesini Galeri Kültür’ün yaptıgı, yeni çikan ve kendi deyimiyle “Ballandıra ballandıra sözünü ettigi, Baf Kazası’nin “Poli Köyünü”, çocuklugunun en güzel anılarının geçtigi “mekan, olay ve insanları öylesine yürek burkan bir heyecan ve gerçeklikle anlatıyor ki…O kadar olur!

 

BU KITAPTA OKUYACAKLARINIZ…

Gelin, biraz ona kulak verelim…

“Burada okuyacaklarınız ne edebi bir eser yaratma çabasıdır ne de ender bir araştırma veya başka bir sav ile yazilmis sayfalardır. Sadece ve sadece, kaybolmaya yüz tutmuş bir dönemin yaşam biçimlerinin, unutulup gitmeden ve aklımda kaldıgınca, telaş içinde not edilmesidir ; ki, onlari da ben yaşadım ve hatırımda kalanları buraya aktarmaya çalıştım…

Bununla beraber o günlerin, yani, her şeyin süratli bir degişime girdigi, “Ikinci Dünya Savaşı yıllari” ve sonrasının çocukları olarak, bizlerin yaşam biçimlerini, bireylerin birbirleriyle olan ilişkilerini… Özellikle Poli’de, “günlük yaşam öykülerini”, sorunlara yaklaşım gerçeklerini anlatabilmeyi istedim…

(…) Benim anlatmaya soyundugum dönem, 1935 ile 1950 arasındadır. Yaşananlar yanında, büyüklerimizden duyduklarımız, bu zaman dilimini bir hayli geriden başlatabilmektedir.

(…) Kısacası, bu zaman dilimi, büyüklerimin çok gerilerden başlayan anlattıklarıyla, geriye dogru bir hayli gitmekte ve bugünkü, benim kendi yaşımla, bir hayli de ileriye uzanabilmektedir.

(…) Ben kişiligimi, Baf’ın Poli köyünde kazandım. Kıbris’ın en kuzeyindedir ve de güneyde kalmistir. Bu da ne demekse !.. “Obir tarafta” yani anlayacagınız… Eski haline hiçbir benzerligi kalmamış veya bırakılmamış bir yerdir…

 

INSANIN KESILMEYEN GÖBEK BAGI…

Evet yazarin da belirttigi gibi, “Geçmişi, insanin  kesilmeyen göbek bagıdır, yaşam boyu peşimizden uzar gelir, bizimle…”

Arif Feridun’a peşinen tesekkür etmek istiyorum… Sadece Polililer adına degil… Bütün gençlik ve hepimiz adina… 

Ve, sadece bizimle paylaştıgı için degil, bize de görevlerimizi hatırlattıgı için de… Evet sevgili dostlar… Tanıdık tanımadık hepinizedir sözüm : “Aynı şeyi yapmak, geçmiş tanıklıkları, yasam kültürümüzü bugünlere aktararak belgelemek… Teker teker, bu, hepimizin de baş görevi ve bu güzelim ama şanssiz adaya-yurdumuza ve gelecegimize dair-ne bilirsek ne yaşamiş, duymuş ve tanikligini yapmişsak… Yazmak, belgelemek… Yazamayacak durumdaysak yazabilenlere yazdırmak… Teker teker hepimiz… Ve, hemen başlayarak…”

Sadece kendimiz için degil… Yeni nesiller ve onların gelecegi için de…

 

KIMSEDEN-KIMLIGE

Ve, sadece kişiler için degil… Toplumlar içinde sart olan: “Kimseden-Kimlige… Kimlikten-Kisilige” ulaşmak için…

Bunlari yapmazsak… Ya erteler ya da hiç önemsemezsek… “EDILGENLIGIMIZ” sürecek… Ve, sürünün bir parçası olmayi sürdüreceyiz… Taa, yok olana dek…

Haaa bir animsatma daha:

Bu çabada, gerek birey gerekse toplumda “kültürel boyutta yaratma çabasi” gerek, hatta şart… çünkü, “Düşünce, sanat, bilim ve bilinç alanlarinda” etkinlik içine giremeden kimlige geçmezsiniz…”

Ve kimlik, ne askeri anlamda savaşlarla ne de siyasal, ekonomik anlaşmalarla kazanılmaz…

Buna son dönemde en güzel örneklerden biri de, Arif Feridun’un, “Unutulmasın Diye” kitabıdır… Sadece yazıyla degil, resimlerle de degil, arkasına bir de, o günlerde konuşulan sözcük dagarcıgı da eklemis ki, altın degerinde - sade içerik başlıklari-öylesine bir geçmiş kültür zenginligimiz toplamı ki, neredeyse (6) sayfa tutmuş bu kitabı siz de elinizden ve yüreginizden bırakamayacaksınız…

….

         Son sözüm ise Sn. Arif Feridun’a:

“Aralamaya çalıştıgınız bu kındırık kapidan bize çoook seyler aktardınız… Yüreginize saglık…

Lütfen, vadettiginiz bu kitabin devamindan vazgeçmeyin… Hatta, hemen yazmaya başlayın lütfen…”

Bunu sadece kendi adıma degil, toplum adına da rica ediyorum…

 

Turhan Z. Turkan Hoca’mızın anısına…

Kıbrıs Gazetesi - Ahmet Tolgay - 9 Aralık 2012

 “Başöğretmenlerin başöğretmeni” olarak anılan 88 yaşındaki Turhan Zihni Turkan kısa süre önce sonsuzluğa göçerek toprağa verildi. Geçmişe dair birçok nostaljik yazımın hazırlanmasına gönülden katkı koymuş bir büyüğümüzdü. Engin birikimini araştırmacı yazarlarımıza sunarak bunların yeni nesillerle paylaşımını sağlaması, onun en erdemli özelliklerinden biriydi. Soylu ve yurtsever bir eğitimci olduğu onun bilgiyi paylaşma bağlamındaki erdeminde de açıkça görülürdü. Kendisi gibi eğitimci olan, 60 yıl aynı yastığa baş koyduğu sevgili eşi Emine Hanım’ı geçen Ağustos’un 25’inde yitirmişti. Hem özel yaşamını ve hem de meslek yaşamını yıllar boyunca paylaştığı sevgili eşinin arkasından, 3 ay sonra o da 1 Aralık günü sonsuzluğa göçtü.  
   2011’in sonbaharında telefon açarak beni Köşklüçiftlik’teki evine davet etmiş ve dostu Arif Feridun’un yayımladığı “Unutulmasın Diye” adlı anılar kitabına dair izlenim ve çağrışımlarını paylaşmak istemişti. O günkü görüşmemizden sonra “Turhan Hoca’yla Geçmişe Yolculuk” başlığı altında hazırlayıp yayımladığım yazımı, Turhan Hoca’mızın ve eşi Emine Hocahanım’ın anısına bugün bir kez daha okuyucularımla buluştururken, bu değerli eğitimci çiftin ışıklar içinde yatmalarını dilerim. Gerçek eğitimciler asla unutulmazlar. Her zaman sevgi, saygı ve şükranla anılırlar:  
   ”İçtenliği, sıcaklığı, dayanışmayı, saygıyı ve muhabbeti içeren eski yaşam tarzları unutuldukça, o yaşam tarzlarının topluma kazandırdığı manevi değerler de yok olup gitmektedir. Her şey bellekle ilgili... Toplumsal belleği elimizden geldiğince ve güçlendirerek, zenginleştirerek yaşatmak gerek. 
   Nostaljinin hası, eski yaşam tarzlarının içinden gelen gün görmüş insanlarımızla yapılır. 1947 yılından başlayarak eşi Emine Hanım’la 40 yılı aşkın bir süre eğitimimize emek veren öğretmenlerin öğretmeni, emekli başöğretmen Turhan Zihni Turkan, nostaljik bir yolculuğun en saygın rehberlerinden biri. Eski günlere ve yaşam tarzlarına dair yazı yazmaya kalkıştığımızda başvurabileceğimiz güvenilir bir kaynak. Eli öpülesice bir kültür ve eğitim insanımız…  Kimi zaman biz onu aramadan o bizi arar ve geçmişe dair yazdığımız bir yazının daha bir zenginleşmesi adına belleğinden cömertçe katkılar koyar. Onunla Köşklüçiftlik’teki evinde 2011’in sonbaharında nostaljik bir yolculuğa çıktığımda,  geçmişin yaşam tarzlarının neden özlemle aranılır olduğunu bir kez daha anlıyorum. 
   Arif Feridun’un tam da o günlerde okuyucuyla buluşturulan ve nostalji yazınımıza zenginlik katan “Unutulmasın Diye” adlı kitabından son derece etkilenmiş bir emekli öğretmen vardı karşımda. “Nesi varmış eski yaşam tarzlarının?” istihzasıyla, o yitirilen toplumsal değerleri hafife alan herkesin Arif Feridun’un anılarını okuması gerektiğine parmak basıyordu 1924 doğumlu Turhan Zihni. “Çünkü” diyor “sorularının yanıtını o anılar kitabında fazlasıyla bulacaklardır.” Kendi eski yaşamını da çağrıştıran bu kitabı üç kez arka arkaya okuduğunu belirten Turhan Hoca, “halk dilimizdeki kelimeler yeri geldiğinde kullanılarak anlatıma çekicilik, okumaya zevk katıldı. Genelde Kıbrıs halkının ve özellikle Türk halkının eski yıllardaki yaşayışı başarıyla ve etkileyici biçimde dile getirildi” diyor.
   Bu anılar kitabı Turhan Hoca’nın kendi eski yaşanmışlıklarının da belleğinde canlanmasına yol açtı. Bakın o konuda neler söylüyor:
   “Baf’ın ünlü köyü Poli’nin geçmişi Arif Feridun’un kaleminden sonsuzlaştırıldı. Benim ailem de Baf’ın Ayvarvara köyündendir. Lise beşinci sınıfta, 1943 – 44 yıllarında, yaz tatilinde bir Baf gezisine çıkarak Lefkoşa’dan Poli’ye gitmiştim. Otobüs akşam üzeri, etraf kararırken köye varmıştı. Çok iyi ilişkilerimiz olan, aynı sınıftan arkadaşım Hüsnü Feridun’a misafir oldum. Ki kendisi Arif Feridun’un ağabeyidir. Evlerinde bir gece kaldım. Badem toplama zamanıydı. Avluda kabukları temizlenecek olan kocaman bir yığın badem vardı. Hüsnü ile geceleyin köyü dolaştık, sohbet ettik. Beraberce annesinin pişirdiği güzel yemekleri yedik. Bir odaya hazırlanan yataklara yattık, okul anılarımızı anlattık birbirimize. Ertesi gün de Poli’den ayrılarak amcamın köyü Lemba’ya gitmiştim. Bugün de ilerleyen yaşımızda, Hüsnü Feridun ile o eski sıcak, sevgi ve saygı dolu arkadaşlığımız sürüyor.”
   Kitapta anlatılanların bugünkü yaşantımızla karşılaştırılması halinde hem yitirdiğimiz değerlerin ve hem de geçmişimize dair nice bilinmeyenin ortaya çıkacağından emin olan Turhan Zihni, “Kitap, Baf’ın şirin köyü Poli’yi, Poli’nin Akama’sını, Afrodit hamamlarını ve Potamus’u eski halleriyle genç nesle anlatıyor. Ki bugün bu bölge, Rumlara yüksek gelir sağlayan turistik bir potansiyele dönüşmüştür” eklemesini yapıyor.
   Kendisinin de Polili bir ailenin kızı olan öğretmen Emine Ahmet Behçet’le evlendiğini ve eşiyle birlikte Poli’de 1960-61 öğretim yılında görev yaparken Feridun Ailesi’nin vakfı olan öğretmen evinde kaldıklarını anlatan Turhan Hoca, bu eski Osmanlı evini de şöyle tanımlıyor: “Büyük, dört odalı, geniş avlulu ve avlusunda kocaman bir hurma ağacı.”
   Turhan Hoca’dan dünü bugünle karşılaştırmasını istediğimde şunları söylüyor:
   “Bugünlerin elektronik çağına göre eski yılların hayatı çok daha sağlıklı, doğayla barışık ve uyumlu idi. Örneğin bugünün modern fırınlarında imal edilen ekmekle eskinin ekmeği arasında bile, dayanıklılık, lezzet ve görünüş bağlamlarında önemli farklar vardır. Hellim ve peynir gibi süt ürünleri şimdi yapay maya ile yapılıyor. Benim özlemini çektiğim eski süt ürünleri süt kuzusunun ya da oğlağın midesinin kurutulması ve bundan kesilen parçanın sütte eritilmesiyle üretiliyordu. Bugünün sebze ve meyveleri de doğal koşullarda yetiştirilmediğinden hastalık saçıyorlar. Zehirli ilaçlar ve hormonlar tarımı egemenliğine aldı. Kasabalarda ve köylerde insan ilişkileri anlatılamayacak kadar güzeldi. İnsanlar sevinçte, kederde, bollukta ve kıtlıkta birbirlerini desteklemekte ve birbirlerine yardım elini uzatmaktaydı. Hem de birbirleriyle yarışırcasına. Soylu gelenekler titizlikle yaşatılırdı. Örneğin Arif Feridun’un kitabında anne – baba sevgisi, kardeşlerin birbirlerine karşı içten bağlılığı, anne ile babanın yavrularına ve yuvalarına olan sorumluluğu, çocuklarını yetiştirmek için sıkıntılar ve yokluklarla mücadele etmeleri çok güzel ve etkileyici örneklerle nakledilmektedir.” 
   Turhan Hoca eşiyle birlikte görev yaptıkları yerleri söylediğinde, eski öğretmenlerin ışığından tüm ülkenin nasıl yaygın biçimde yararlandığını anlıyorum: 1947’den başlayarak Lefke, Güzelyurt (Omorfo), Leymosun, Sakarya (Kukla), Poli, Dohni, Aydın (Ayanni), Düzkaya (Evdim), Baf Kasabası ve Mağusa… Mağusa’da 15 yıl başöğretmenliğini yaptığı Gazi İlkokulu’ndan huzur dolu emekliliğine adım attı.   
   Turhan Zihni’nin eşi Emine Hocanım, kahvenin yanında bize ev yapımı ceviz macunu da ikram ediyor. Şimdi tarih olmuş eski geleneklerimizden biriyle daha karşılaştığımı söylediğimde Turhan Hoca’nın dudaklarından şu dize dökülür: “Şuh-u güzeşte var ki nice nevcivan değer / Geçmiş zaman olur ki, hayali cihan değer.” 

Arif Feridun ve "Kaldığımız Yerden..."

Yeni Düzen -  Eralp Adanır - 2 Eylül 2012

Bu yaz en çok arzu ettiğim şeylerin başında; uzun zamandır fırsat yaratamadığım; biriken kitaplarımı okumaktı. Özellikle işimin dışında, bir anlamda görev şekliyle değil, raflardan kendi zevkime ve istencime göre seçtiğim kitaplarımı, biriktirdiğim yerden indirip okumaktı arzum. Pek başardığımı söyleyemem. Yazım alanına ilk kez girecek olan bir arkadaşın kitabının editörlüğünü yaparken okuduklarım, beni biraz bu çalkantılı yaşamın dışına götürmeyi başarmıştı. Bunun yanında adım adım, fırsat yarattıkça yarım saat bile olsa bakabildiğim Kıbrıslı yazarlarımızın kitapları da vardı. Ama roman okumak bir hayaldi benim için, böylesi bir koşuşturmada.

Arif Feridun beyin ikici kitabı, daha doğrusu; birincisinin devamı niteliğindeki “Kaldığımız Yerden...”i, az önce belirttiğim yöntemle, notlar alarak, geçmişi, geçmişten günümüze getirenleri hazmetme zevkine eriştim. Baf-Polili olan Arif bey, “Unutulmasın Diye”; yaşamı süresince gerek kendisinin, gerekse kendisine anlatılan deneyimleri, geleceğe taşımak adına ilk adımını atmıştı.

İlk kitap denemesine “emekliliğini boş geçirmemek” adına başlamış olduğunu her fırsatta belirtmişti. Daha önce kendisiyle yaptığım Tv programında; geride birşeyler bırakmanın ve bu “bırakılacak olanların” da toplumsal bir yanının olması gerektiği konusundaki sancısını dile getirmiş, bu “sancı” ve sorumlulukla kaleme sarılmıştı. Çok da iyi yapmıştı. 

Keşke eli kalem tutan her “emeklinin”, “emeklemek” yerine, yaşadıklarını bir kenarlara not etme dürtüsü olsa da, biz ve bizden sonraki kuşaklara; toplumsal yaşamın her kesitinden birşeyler bırakılabilse. Ben Arif beyin bu girişimini; toplumsal bir duyarlılık, ya da topluma karşı bir borç ödeme gibi görmekteyim. Zaten insan; yaşadığı bu topraklara, içinde bulunduğu bu topluma karşı bir sorumluluk, en önemlisi bir “borçluluk” duygusu içerisindeyse, mutlaka bu “borcu” ödemek için birşeyler yapmaya yönelebilmektedir. Demek ki; bunun başında kişinin “borçlu hissedişi” vardır.

Ben Poli’yi diyebilirim ki Arif beyin ilk kitabı “Unutulmasın Diye”den detaylı öğrenmeye başladım. Yazılanlar anı gibi görünse de satıraralarında toplumun sosyo-kültürel-politik yaşamı hakkında bilgiler vermektedir. İkinci kitabına koyduğu isim de, tek kelimeyle takdire şayandır: “Kaldığımız Yerden...”

Düşündüm de kaçımız tek atımlık hareketlerin devamını istikrarlı olarak getirebilmişiz? Arif bey, kaldığı yerden devam etmesi gerektiğini, ilk kitabı sonrasında sırtına konulan yeni bir sorumluluktan farketmiş olmalı ki, yazmaya devam etti. Çok da iyi etti... kitabında bu kez neler yok ki?

Çocukluk dönemlerimizden kopup gelen; “Tahta tahta ben var/Uzun uzun şan var/Kalk öküze yem ver/Ben veremem sen ver/abam abama küstü/şişe elini kesti/Amcam yoğurt getirdi/Kedi burnunu batırdı/...Minarenin kilidi/Akşam gelen kimidi/Amcamın oğlu Musacık/Eli kolu kısacık/Çek a ya ğı nı to pa cık...”

Hatırladınız değil mi? Bu ve bunun gibi tekerlemeler, anlatımlar, maniler zaman geçtikçe unutlmuşluğun girdabına girenlerdir, koruyamadığınız sürece. Ya da dünürcülükte söylenen dörtlükler mesela... “Damda gezer bir adem/Getirdim size kadem/Senden bir cevher isterim/Sen buna ne den?”... her bölgeye göre bazı değişiklikler ortaya çıkabiliyor dörtlükler konusunda. Bu tip kayıt altına alımlar da; halkbilimimiz açısından büyük önem taşımaktadır.

Diyeceğim o ki; yaşamın olduğu her alanın bir izdüşümü gibidir “Kaldığımız Yerden...” Bilmediğimiz, unutmaya başladığımız o kadar şey var ki yaşamımızda. İyi ki birileri bunları not ediyor...teşekkürler Arif bey, enerjiniz hiç bitmesin...

Anılardaki tarihimiz…

Kıbrıs Gazetesi - Ahmet Tolgay - 27 Haziran 2012

Yrd. Doçent – Yük. Müh. Mimar Arif Feridun, kendi alanlarında artık birer efsane olan Polili Feridun kardeşler içinde en son tanıdığımdır.  Geçen yıl yayımladığı ve benim gibi her okuyanını derinden saran “Unutulmasın Diye…” adlı anılar kitabı vesilesiyle tanıdım onu. Ağabeyleri hukukçu Oktay Feridun’u ve eğitimci Hüsnü Feridun’u ise ta çocukluğumdan beri tanımaktayım. 

   Kıbrıs Türk Edebiyatının anılar ve nostalji dalına büyük katkısı olacağını o ilk kitabıyla kanıtlayan Arif Feridun’u yazmaya mutlaka devam bağlamında ısrarla teşvik edenlerden biri de bendim. Şimdi bizden çok uzakta olan hüzünlü Poli köyünü merkez üssü seçerek Kıbrıs’ımızın bir dönemini etkin ve derinlikli bir anlatım tarzıyla günümüze ve geleceğe aktaran Arif Feridun’un, anılarını orada kesmesi halinde büyük haksızlık yapacağını düşünüyordum… Hem yazarlık yeteneğini kanıtlayan kendisine ve hem de Kıbrıs Türk belleğinin en kapsamlı şekilde yaratılmasını özlemle bekleyen halkımıza… Çünkü Arif Feridun ilk kitabında 15 yaşına kadar olan anılarını nice bilinmeyeni gün ışığına çıkartarak ve okuyucusunda tarifsiz bir tat bırakarak anlatmaktaydı. Ya sonrası? Anıların orada bırakılması, çok keyif aldığımız gerçekçi ve epik bir filmin kopması gibiydi. 
   Yazmaya devam yönündeki ısrarları o mütevazı tavrıyla “ben yazar değilim, bunu da çok yakın çevremin baskısıyla yazdım” türünden gerekçelerle geçiştirmeye çalışan Arif Feridun, ısrarlar daha bir yoğunlaşınca “kısmetse” demeye başlamıştı. Ve işte kısmette varmış ki, aradan on bir ay geçtikten sonra bizi anılarının devamıyla buluşturdu. Yeni kitabının adı KALDIĞIMIZ YERDEN… Kitabın düzenlemesini ve baskısını, ilkinde olduğu gibi yine Galeri Kültür yaptı. 
   Fotoğraflarla da zenginleştirilen bu 218 sayfalık kitabında bizi 50’li yılların ortasına yine Poli’ye götüren ve oradan da günümüze doğru Lefkoşa yaşamlarını da kapsayan kâh hüzünlü, kâh neşeli bir yolculuğa çıkaran yazar, yakın tarihimizin tanıklığını enfes bir sohbet formatında sunuyor. Anlatılan dönemin önemi yazarın şu satırlarında gizli:
   “1935’te doğmuşum. 1938’de İkinci Dünya Savaşı başladı ve göz açtırmadan 1945’e kadar sürdü. Aradan 10 yıl geçti, 1955’te toplumlararası tedirginlik başladı. 1960’a kadar geldi. 3 yıl kadar sonra, yani 1963’te kanlı olaylar zamanı alıp 1974’e kadar 11 yıl götürdü..”
   Hep derim ya; bugünkü kuşağın “tarih” diye okuduklarını yakınımızdaki bir nesil dolu dolu yaşadı…
    *       *       * 
   Arif Feridun’un kitabındaki her satır etkileyici ama, bir sinema tutkunu olmam nedeniyle 50’lerin sinema kültürüne dair yazdıkları beni bir başka türlü sardı. Yazar, benden 10 yaş büyüktür. Yani benden önceki kuşağın mensubu. Türklere ait sinema salonları henüz bulunmadığından o neslin mensuplarının tek eğlence olarak Rum sinemalarını mekân tuttuklarını hep dinlerdim. O dinlediklerime şimdi belgesel satırlar halinde, Arif Feridun’un tanıklığında  “Kaldığımız Yerden…” kitabında rastlamak bana hayli ilginç geldi. Bakınız Lefkoşa’daki cazibe merkezi Rum sinemalarına dair bir mimar gözlemciliğiyle neler yazmış:
   “… Sinemalarda klima bile yoktu ve ne gariptir ki film devamınca salonda sigara içilebiliyordu. Düşünün, bir kere çok sıcak havasız bir salonda sigara dumanları arasında film seyretmek ne kadar hoş olabilirdi ki...  Papadopulos ve Lukudi sinemaları balkonlu, parterli, opera tarzında düşey gelişmiş, klasik tarzda kışlık sinemalardı. Attigon, Magic Palace ve daha pahalı bir de Apollon sineması vardı ki, ona pek gitmezdik, gidemezdik pahalı idi çünkü. İşte bu sinema bugünkü sinemalar kadar konforlu idi ve tek elden yepyeni filmler gösterirmiş dediklerine göre. Tek Türk kışlık sinema salonu Beliğ Paşa sineması bize uygun bir sinema idi.”
   O günlerde lise öğrencisi olan yazar, yaz tatilinde Poli’ye döndüğünde oradaki yine Rumlara ait sinemaya gittiğini anlatmakta ve hangi sanatçıların beyaz perdede ilgi topladığına dair şu bilgiyi vermektedir:
   “... Türk filmlerinde Ayhan Işık, Cüneyt Gökçer, Münür Nurettin Selçuk, Cahide Sonku, Cahit Irgat, İsmail Dümbüllü; onların yanında yabancı sinemadan Clark Gable, Tyrone Power, Victor Mature, Elizabeth Taylor, Errol Flynn, Kirk Douglas, James Mason, Humphrey Bogart’ların oynadığı filmler. Fred Astaire, Gene Kelly, Esther Williams, Shirley Temple müzikalleri, Pier Angeli ve Silvano Mangano’un  “Acı Pirinç”ini (Bitter Rice) kaçırmadan sinemaya zaman ayırmamız lazımdı.” 
   Liseli öğrencilerin sigara içmesi şiddetle yasaktı. O kadar ki, sigarayla görülmek okuldan atılma nedeni olabilirdi. Arif Feridun, sigaraya meraklı öğrencilerin gözden uzak Rum sinemalarını seçtikleri halde yine de takip altında olduklarını anlatmakta ve bu bağlamda disiplinci ve katı İngiliz müdürün yönetimindeki Kıbrıs Türk Erkek Lisesi’nde öğrencilerin başına gelenlere dair anekdotlara yer vermektedir. Zaman, İngiliz sömürge dönemi…
    *        *        *
   İlk kitabını bu köşemde yorumlarken “giderek kaybolmakta olan o saf ve özgün Kıbrıs Türk kültürünü nesilden nesle yaşatacak belgesel kitapları yazma görevi birikimli ve duyarlı aydınlarımıza düşer” demiştim. Feridun yükümlülüğünün bilincinde olduğunu ikinci kitabıyla da kanıtladı. 
   Mimarlığından gelen ustalıkla, tıpkı ilk kitabında olduğu gibi; mekân, zaman ve insan manzaralarını çok etkileyici bir anlatımla gözlerimizin önüne ve belleğimize taşımaya devam ediyor. Kıbrıs Türk dilini deyimleriyle birlikte satırlarına harmanlamayı yine ihmal etmemiş, ne güzel… Kullandığı Kıbrıslı Türk sözcükleri ve deyimleri bilmeyenlere açıklayabilmek adına kitabının sonuna yine 31 sayfalık bir “deyişler” bölümü ekledi.
   İlkokulu Poli’de, ortaokulu Baf Kasabası’nda, liseyi Lefkoşa’da, Teknik Üniversite’yi İstanbul’da okuduktan sonra Almanya ve İngiltere’de stajlarını tamamlayarak 1961’de mesleğine başlayan Yrd. Doçent - Yük. Müh. Mimar Arif Feridun, ayak izlerinin bulunduğu yörelere dair tarihsel anılarını ve gözlemlerini her iki kitabında içtenlikle anlatırken, kalıcı dönem belgesellerini de saygın imzasıyla yazınımıza kazandırmış oluyor. 
   Kıbrıs Türk kültür belleğini oluşturma devinimlerimize getirdiği güçlü soluktan dolayı onu yürekten kutlarım. İnanıyorum ki, yazım tarzını ve vizyonunu çok beğendiğim bu mütevazı aydınımızın dağarcığında yazacak daha çok şeyler vardır. Lütfen eline aldığı kalemi bırakmamasın. Yeni kitaplarını özlemle bekliyorum.

Hazineden Bir Damla Daha “Kaldığımız Yerden…”

Turhan Zihni - Emekli İlkokul Müdürü - Haziran 2012, Köşklüçiftlik – Lefkoşa

İnsan dimağı, yaşanmış olayları toplu halde tutan, istenildiği anda meydana çıkarılan, hatırlatan, kıymeti paha biçilmeyecek çok değerli bir hazinedir, canlı bir bilgisayardır. Kıymetli olan bu hazineyi de sağlıklı korumak en büyük ve birinci görevimizdir.

Bu düşüncelerle Arif Feridun’un geçtiğimiz haftalarda yazmış olduğu ikinci kitabını kıymetli hazinesinden çıkmış olarak tanımlıyorum. İkinci kitabında da hepimizin yaşamış olduğumuz geçmişin unutulmaz günlerini, unutamayacağımız hayatı, yerleri hatırlattığı, hayalen de olsa yaşattığı için çok mutluluk duyuyor, kendilerini kutluyorum.

Arkadaşımız Arif, ikinci kitabıyla da bizi heyecanlandırdı, eski günlerimizi, geçmiş günlerin tatlı-acı hayatımızı hatırlatıp “Ah… nerede o günler” dedirtti. Geçmiş yıllarda fen ve yarattığı imkan ve kolaylıklar yoktu ama insanlar çok mutlu, sağlıklı idiler. Hayatla mücadeleden zevk duyarlardı. Çok iyi hatırlıyorum nice fakir aileler vardı, arpa unu ekmeğiyle beslenir, çalışırdı. Bugün zengin menülerle beslenenlerden çok çok daha sağlıklı ve faal idiler.

Öğrencilik yıllarından bahsetti. Çocukluk, öğrencilik, gençlik yılları hayatı unutulur mu? Hiçbir sorumluluk duymadan yaşamak ne güzel şey. Kitabında bahsettiği lise öğretmenlerinin pek çoğu bizi de okutup yetiştirmiştir. Öğretmenlerimiz arasında Reşat Süleyman Ebeoğlu, Salih Mecid, Halil Fikret Alasya lise IV, V, VI sınıflarının temel taşları idiler. Bunlar olmasa yapılan bina çöker ayakta duramazdı. Kendilerini ve diğer hocalarımızı rahmetle anarım. 

Lisede leyli (yatılı) olan bizlerin de ailelerden gelen-giden yemek ve elbise sepetleri belleğimizde hala duruyor. Tatil olan Cuma günleri gezme yerimiz uzun yol (Ledra Caddesi) idi. Lefkoşa’nın Türk mahallelerini, çarşısını devamlı dolaşıyorduk, adım adım her tarafı biliyorduk.

1938-1940 yıllarında büyük kardeş Cahit Bedevi’nin pastanesi Ledra Caddesi’nin ilerisinde, oyuncak, spor malzemesi satan Mavros’un mağazasının karşısında idi. Tatlıları, dondurması Türkler kadar Rumlar arasında da ün salmıştı. Yaz mevsiminde yaptığı dondurma Maraş dondurmasını aratmıyordu. Liseye devam ederken okul Haziran ayında tatile girmeden önce bir Cuma günü pastanenin önünden geçerken, kocaman bir et parçası gibi dondurmayı çengelde, giriş kapısı önünde asılı durduğunu gördük. Oradan geçenler duruyor, hayretle asılı dondurmayı seyrediyorlardı.

Nereden nereye geldik. Biz Arif Feridun’un ikinci kitabı olan ve Haziran 2012’de basımını yaptırdığı “Kaldığımız Yerden”  bahsediyorduk. Birinci kitabı Temmuz 2011’de basımını “Unutulmasın Diye”dir. Güzel bir Türkçe ile yazılmış, içeriğinde Kıbrıs Türklerinin Türkçe konuşmasını da bulacağınız bu iki değerli ve kaynak niteliğindeki kitapları bütün okuyuculara ve hassaten Kıbrıslı kardeşlerime mutlaka okumalarını tavsiye ederim.

Doğduğunuz bu toprakları, çocukluk ve her türlü hayatınızı tekrar yaşamak istiyorsanız okuyunuz. İnsan hayata atıldıktan sonra ekmeğini kazandığı, evlenip ailesiyle mesut bir hayat sürdürdüğü yer onun vatanı olur, ama.. anasının kendisi için yaptığı fedakârlıkları, kendisini dünyaya getirdiği yeri asla unutamaz.

Bu vesileyle ünlü Türk atasözünü burada yeniden yazıyorum; “Ana gibi yar, vatan gibi diyar olmaz” başka hiçbir kıymetli şey yoktur, olamaz. Vatan hasretini bir nebze olsun bu kitapla gidermiş olursunuz. Kitapların yazarı Yrd. Doç. Yük. Müh. Mimar Arif Feridun, 1935 Poli-Baf doğumlu olup, Poli Köyü eşrafından Eczacı Ahmet Feridun’un oğlu ve yine Poli eşrafından Arif Hoca ile Hüsnü Efendi’nin torunudur. Kitaplarını hatıralar şeklinde kaleme alıp, Poli’den başlayarak, civarını, Baf Kasabası’nı, Lefke, Lefkoşa ve Başka yerlerin halkın her türlü yaşantılarını, geleneklerini ve de kendi çocukluk, öğrencilik hayatını anlatmaktadır.

Hepinize, sağlıklı vücut, sağlıklı dimağ, uzun ömürler, hayatınızın başarılarla dolu olmasını diler, saygılar, sevgiler sunarım.

İlgi duyanlara: 

Kitaplar, “Galeri Kültür Kitabevi” yayınlarındandır - Tel: 0392 227 92 82 - Lefkoşa.

Arif Feridun’un ikinci kitabı: "kaldığımız yerden."

Gündem Kıbrıs - Eşref Çetinel - 24 Haziran 2012

Arif Feridun’un yayımladığı ikinci kitabı olan  “Kaldığım Yerden’i tanımak için sayfalarını şuradan buradan karıştırıp,  ilgimi çeken başlıklarını okurken söylendiydim:  “Demek ki beş yıl arayla benzer hayatları yaşamışız…” 

Zaten öyle olmasaydı neden kendi dünyalarımızın dışındaki insanların  “hatıraları”  ilgimizi çeksindi. Eğer yaşadıkları dönemlerin  hayat koşullarını,  tarihini,  gelenek görenek ve türlü çeşitli olaylarını anlatmamış olsalardı… 

Arif Feridun’u tanır mısınız?  1935 Poli doğumlu. Feridun’lar ailesinin en küçüğü.  İstanbul Teknik Üniversitesi mezunu.  Yirmi yıl DAÜ’de hocalık yaptı. Kendi ifadesiyle bu memlekette elli yıllık bir çalışma hayatı vardır ve artık emeklidir…

Kendimden bilirim:  Bazı insanlar  emekliliği sevmezler. Elleri ayakları tuttuğu,  hafızaları elverdiği,   yürekleri yar olduğu sürece çalışırlar.  Hadi,  Feridun’un  da Kıbrıs ağzı ile söylenen kelimeleri derleyip  kitaplarının sonuna iliştirdiğince   yazalım:  

“Gurdalanırlar!”

Nitekim Arif Feridun da mantar gibi emeklilik yaşamaktansa  “gurdalanayım”  dedi ve önce  doğduğu yer olan  Baf’ın Poli kasabasını   “Unutulmasın Diye”  adlı kitabıyla kalıcılığa koydu. 

Sonra da  “fakat benim hayatım sadece Poli’den ibaret değil ki.  Lisesi’inde okuduğum Lefkoşa,  öğrenim gördüğüm İstanbul’daki üniversite,  Rumlar’ın Kıbrıs’ta bize yaşattığı felâket dolu yıllarım da var. Geçip giden yetmiş yedi yıllık ömrün  sevinçleri acıları,  gururları pişmanlıkları olacağı gibi”  deyivermiş olacak ki  ikinci kitabı olan  “Kaldığım Yerden”i  yayımlaverdi…

İyi de etti.  Poli kasabası dışında ne anlatıp neleri görmüş,  hatıralarına neleri kazımışsa; beş yıl geriden benzer yolları yürüyen ben ve bizler kuşağı da öylesine yaşayıp görüvermişiz… 

HATIRALAR,  ALIN BENİ DE GÖTÜRÜN:   Feridun anlattıkça  hatırladık.  Onun Poli’sine karşılık bizim Kırikya’mız vardı.  (Kilitkaya)  Onun da bademeleri vardı bizim de.   Onun da sinemaları,  Türkiye’den konser vermek için gelen ünlü şarkıcıları vardı, bizim de…  1953’de Kraliçe Elizabeth’in taç giyme törenine (Coronation)  Feridun Lefkoşa’da katılıyordu biz Mağusa’da.       Ve hiç unutmadığımız hocalarımız vardı.  Mesela Zeki Peser,  İbrahim Zeki Burdurlu, Yavuz Konnolu,  Sabri Beşer…    Onlar Lefkoşa Lisesinden geldilerdi Mağusa Namık Kemal lisesine.  Dedik ya beş yıl arayla yaşıyorduk yaşadıklarımızı…

Mesela Lefkoşa Lisesi’nin İngilizce öğretmeni Nidai efendiden söz eder Arif Feridun.  Okuduğumda, “Ooo dedim,  bu bizim akrabamız.  Babamın adı da Nidai ya, onun adından alınmış.  “Oğlum diyemiyormuş,  hep  “Oglum”  dermiş,  bir renkli ve güleç adammış vesselam…

Eğer Ferudun bunları anlatmasaydı  acaba yine hatırlar mıydım.  Belki ama hani o kitap sayfaları var ya.  Oraya kaydettiniz mi anıları, artık sadece sizin değil,  herkesindir…

DAHASI VE ASIL TADI ŞURADADIR:  Bu tip  “anılar  kitaplarını”  okurken hele size aşina olanları varsa  “yaşadığınız olayları yeniden yaşarsınız.  Yazarının eksik bıraktıklarını siz tamamlarsınız.  Bilmediklerinizi aradan geçen onca yıldan sonra yeniden öğrenirsiniz.  
Hatta şaşırırsınız.  Birimiz Mağusa’da birimiz Poli’de sonra Lefkoşa’da.  Gün gele benzer okulların  rahlelerinden geçerken ayni hocalar tarafından  eğitildiğinizi öğrenirsiniz.  Hem şaşar hem heyecanlanırsınız.   

Yahut peşi peşine Türkiye’deki üniversitelere taşınırsınız.  Biri birinizden çok uzaklarda da olsanız Kıbrıs’taki olayları ayni kaygılı ve heyecanlı duygularla izlersiniz.   Yahut  gün gelmiş ayrı gayrı kentlerde,  mekânlarda da olsanız hep birden  ya Taksim ya ölüm” diye sloganlar atarak  yollarda yürüdüğünüzü anlarsınız.  

Ve  bir “Coronation” töreni yaşamışsınız.  Arif Feridun sözünü etti dediydik ya.   Bu vesile ile  İngiltere’nin  ulusal marşını da aktardı  kitabına.  Görünce,  İngiliz döneminde İlkokul’da  iken söylediğimiz fakat artık çoktan hatırımdan çıkıp gitmiş bu marşı,  “yaşa kralımız”  diye bir kez daha yeniden mırıldandım.   Meğer marşın melodisini unutmamışım.  Tabi şimdilerde o marş  “Yaşa Kraliçemiz”  diye okunmakta.

SONRA O TİYATROLAR. 1954’de Lefkoşa Lisesi Müsameresinde Cevat Fehmi Başkut’un Paydos Piyesi sahnelenir. H. Ferudun   muallim Murtaza efendiyi oynamaktadır.  Son sahnede,   “oyun bitti,  ders bitti, artık bitti,  haydi çocuklar paydosss…”  Dediğini ve rol gereği değil,  içinden geldiği için nasıl ağladığını anlatır. Tüm seyirciler göz yaşlarına boğulurlarken  Salih Mecit Hoca bile ağlar, hatta ertesi gün Ferudun’u gördükte,  “Hepimizi ağlattın”  der. 

O tiyatrolar işte.   “Paydos”  Namık Kemal Lisesinde de oynanır.   İzleyenler,  Lefkoşa Lisesinde olduğu gibi Murtaza muallimin  o son sahnedeki tiradı ile birlikte ayni duygularla ağlarlar.     
Bir halkın ne kadar duygu birlikteliği olur ki?  Olur işte.  Eğer o duygulara hitap eden,  o duyguları yaşatan,  o duyguları sevinç ve gözyaşlarına boğan olaylar birlikteliği bir ulusal karakter oluşturmuşlarsa;  insanlar sadece birlikte var olmazlar,  birlikte ağlar,  birlikte güler,  birlikte  yücelirler… 

Ve anlıyorum.  Feridun da yaşadığımız bu son olaylardan memnun değildir.  Olmayız zaten. Çünkü Ya Taksim Ya Ölüm diye çıktığımız yollardan hâlâ evimize dönemedik!   Hem de   1974’ü yaşamış olmamıza karşılık.  Hâlâ çözüm gözlüyoruz ki  bir ömür böyle geçti! Kader mi bu? 

KISACA.  Arif Feridun’un kitabını okuyun.  İnanın okurken,  “bunu ben de hatırladım,  ben de yaşadım”  diyeceğiniz bir şeyleri mutlaka bulacaksınız.   Dahası  bir  “hayatın”  kronolojisi olan kitapta Kıbrıs Türk halkına,  okullarına,  öğretmenlerine,  üniversitelerine,   siyasi olaylarına  da elleyeceksiniz.  Çok kısaca Ferudun’un kitabından taşan türlü çeşitli olaylarla siz de sarmalanacak,  en azından kendinizi,  zaman tünelinde, geçmişe giderken bulacaksınız…  

Sevgili Arif Feridun’dan “KALDIĞI YERDEN…” devam…

Yeni Düzen -  Neriman Cahit - 17 Haziran 2012

Her kitap insanın ufkunu genişletiyor; ama, bazıları var ki, insana – hele bizimkisi gibi ‘altyapısı – belleği’ eksik bir toplumda -  önemi / değeri daha da artıyor… yani, başlı başına bir özveri istiyor…

Beni, yürekten vuran bir kitaptı, Arif Feridun’un geçen yılın Temmuz ayında Galeri Kültür tarafından yayınlanan “Unutulmasın Diye” adlı kitabı. Sevgili Arif Feridun, daha ilk eserinde kendi tarzını yaratmış… adeta “anılarla sohbet eder gibi”, köyü Poli olmak üzere, okuyucusuyla sohbet ede ede sonuçta benim gibi Poli ve yöresini hiç bilmeyenler için bile öylesine bir bellek oluşturmuştu ki… tanıtma yazımın sonunda adeta yalvarır gibi “Lütfen devam edin,  lütfen” diye bitirmiştim.

Aslında, yazacağına dair umudumu da hep canlı tuttum ve işte, şimdi o ikinci kitap, benim gibi bekleyenlerin yüreğine su serpti…

Tıpkı, bir fincan kahve gibi… Limon çiçeği kokusunda bir sohbet dilinde…


KALDIĞIMIZ YERDEN…

Kitabın adı bana umut verdi: “Kaldığımız yerden…”

Bu kitabında, doğal olarak kaldığı yerden sürdürüyor yazar. 1950’li yıllardan, yani onu Poli’den alıp, Lefkoşa’ya götüren ‘Erkek Lisesi Koğuşuna…’ götüren yıllardan.

Burada geçen yıllarını anlatan her satırı okurken, ustaca anlattığı okul – öğretmenleri ve dersleri konusundaki yorumlarını – okul yıllarımız ve Türkiye’den gelen öğretmenlerimizin bazıları  bize (Viktorya Kız Lisesi) de ders verdikleri için, daha bir ilginç geldi bana; ama, değindiğim gibi “anlatı” müthiş…

Herşeyi hiç atlamadan anlatıyor Arif Bey. Karma köylerinde yaşayan Rum çocuklarla oyunlarını, birbirlerinin bayram ve yortularındaki katılımlarını ve birbirlerine ikramlarını… O yaşlarda duyduğu Rumca söylenceleri de unutmamış. Ör: Rumcası’nı da yazdığı bir dörtlüğün, Türkçesi:

“Benim annem senin annen / su doldurmaya gittiler / Kuyuyu boş bulunca / oturup kavga ettiler !.”

O zamanın çocuk oyunlarını da hiç unutmamış. Ör: “Tahta tahta ben var”, “Gavrun gavrun gavruncuk” vb. ve bilmeceler…

 

KAYIP GİDEN BİR SÜREÇ

Sonra, bir uğursuzluk çöküyor tüm adanın her yerinde olduğu gibi onlarda da… Ve, ilk kurbanlar: “Lisani Çavuş”un şehit edilişi… sonra, arkasının gelişi, o korku çemberinin – ateş ve kanın – ortalığı sarması…

Ayrıntıları öylesine anımsıyor ki yazar… O uzun savaş hali öylesine işlemiş ki, hepimiz gibi onun da yüreğine… O kadar olur.

Sonra, yaşanan onca korkunç olay… Her yerde olduğu gibi, onların da her birinin başka bir yere dağılışı… Ama, o sıcak kanlı insanların hala, her tanıştıkları insana, “kimlerdensin ya oğlum, yetişin poli’den?” diye sorarak, sımsıcak ilişkileri beslemeleri…


LİSE YILLARI VE LEFKOŞA’DA YAŞAM

Ben, bu bölüme daha bir bayıldım… İçinde Lefkoşa var ya! Baf’ta – Poli’de yetişmiş bir gencin, Lefkoşa anıları gerçekten tekrar tekrar ve gülümseyerek okumaya değer. Ör: Sade, bizde değil, - Güneydeki Sinemalar… O zamanın yaşantıları + okul daha İngiliz Yönetiminde ya… Orada yaşanan onca şey… Değişen her şey ve Eğitim Sistemimiz…

Politik Değişim ve Gelişmeler

***

Ve… Ve… İnsanın içinin gittiği o güzelim: “Kültür ve Nostaljiler” bölümü…

Yemek türleri, giyim tarzları, doğumlar, yaşlar – yaşlanmalar, kabotaj ve gadaklizmo Panayırı yarışları, Espiritüellik ve Halkımızın Dobracı Fıkraları, Evlilik… Ve, “Klasik Konular” başlığı altında… İlginç hayat dönemeçleri…

Ve… Tirad… Ve, bir artı daha + “Deyişler” başlığı altında, bir kültür zenginliğimizin dökümü…

***

Eline – yüreğine sağlık sevgili Arif Feridun…

Lütfen, yazmayı sürdürün…

Lütfen… Ve sevgili okur : Bu kitap, çocuklarına bırakacağın en güzel miraslardan biri olacaktır… Başka yazabilenlere… yüreği bu toprağın sevgisiyle dolu olanlara : Lütfen, daha çok geç kalmadan… Siz de yazın anılarınızı… Lütfen.

 

Okunmalı...

Kıbrıs Gazetesi - Yıltan Taşçı - 16 Haziran 2012

Arif Feridun Bey’in üslubunu çok beğenirim;sıcak,samimi,içten bir anlatımı var.İlk kitabı “Unutulmasın Diye”yi geçtiğimiz yılın temmuz ayında yayınlamıştı.Bir solukta okumuştum.Çevremdeki kitapsever dostlarıma da okumalarını salık vermiştim.
Kendisiyle her karşılaştığımda, kitabının son cümlesinde okuyuculara “Bilmem artık daha sonra yine bir moral bulmam gerekirse yine buluşur muyuz? Kısmet…” dediğini anımsatarak “Kaldığın yerden devam etmelisin ArifBey.” demiştim.
Arif Feridun Bey kaldığı yerden devam etti ve geçtiğimiz günlerde ikinci kitabı “Kaldığımız Yerden”i yayınladı.
Yine anılarla sohbet ediyor Arif Bey. İlk kitabında konu ettiği  1950’lere kadar olan sürecin sonrasını, ailesine sonradan katılan bireyleri de kucaklayarak anlatıyor. Köyü Poli’den kopmadan, 1950’lerden başlayarak Lefkoşa’daki Türk Lisesi günlerini,olumsuz durumlara dönüşen toplumlar arası ürpertici ilişkileri daha geniş bir anlatımla okuyucusuna aktarıyor. Yine yalın ve içten bir anlatımla.
Mutlaka okuyun bu kitabı.Hele Polili iseniz…

Unutulmasın Diye

Yeni Düzen -  Yurdagül Akcansoy - 19 Nisan 2012

Unutulmasın Diye kitabı tam da unutmayalım, geçmişi öğrenelim , eskiden bu topraklarda nasıl, neler yaşanıyordu bilelim diye yazılmış bir kitap... Poli ve çocukluk günlerine duyulan özlem içerisinde yazılmış. Kitabın her satırında bu özleme tanıklık ediyoruz.  

Çocukluk anılarına 1940’lı yıllarda başlıyor. Poli coğrafi konumu ile, özellikleri ile deresi ile anlatılıyor. Poli deyince akla gelen Podamuz’u anlatıyor. Poli’nin Podamuzsuz olmayacağını söyleyen yazar bu sözcüğün dereler anlamına geldiğini ve efsanevi Afrodit’i yarattığına inanılan pınarların aktığı yer olduğunu söylüyor...

Anne ve babasını, doğum kayıtlarını dört kardeşini anlatıyor. Karşı denilen Türkiye, oraya okumaya gidiş hikayesi... Düğünler, evlenmeler, büyük babası, dedesi, halaları ve Kıbrıs’ın her yerinde birbirine benzeyen ortak noktaları olan akrabalık ilişkilerini anlatıyor. Polideki evleri, köye gelen misafirler ve o günlerde belki çok insan da olmayan babasının taş plak koleksiyonunu anlatıyor. İkinci Dünya Savaşı, bu dönemin getirdiği sıkıntılar ve değişen yaşamları hakkında bilgiler veriyor. Babasının tayin yerleri ve Poli’ye dönüş, 1963 olaylarının yaşanması ve Poli ile ilgili bilgiler okuru sıkmadan güzel, keyifli,yalın bir dille aktarılıyor. 

Yeme içme adetleri, karayağ, köy meydanı ve gelenekleri ve adadaki en ilginç dönemlerden biri velesbit dönemi... 50’li yıllarda köye elektriğin gelmesi ve Kıbrıs’ın her yerinde olduğu gibi insanların eğlence hayatına giren yeni bir olgu sinema... Okul yılları ve sınavlar...

Arif Ferudun anılarını konulara göre ayırıp kitaplaştırmış. Unutulmasın Diye kitabını da özellikle kendinden sonra gelenler okusun öğrensin diye yazmış... Bugüne kadar okuduğum anı kitaplarının en iyilerinden biri olduğunu söylemezsem haksızlık edeceğim. Çünkü dil yalın ve güzel kullanılmış. Kitabı okurken keyifli bir sohbet ediyormuşum gibi geldi bana... Bu yüzden de kitap kolay okunuyor. Ve ne Poli’yi ne o dönem ordaki yaşantıyı bilmiyordum ama çok şey öğrendim. Ve hatta bir gün Poli’yi gidip görmek istiyorum. Savaş sonrasında doğan ve bir Mesaryalı olan ben Poli’yi bu kitapta öğrendim... Ve Podamuz’u merak ediyorum...

Arif Ferudun “Unutulmasın Diye “yazdı tavsiye ediyorum, elinize aldığınızda Poli’yi ve ailesini anlatan bir kitap fakat okuyunca anlıyorsunuz ki sadece Poli’yi değil bütün Kıbrıs’ı bizim kimliğimizi, tarihimizi, kültürümüzü anlatıyor...

Khora, mimar - yazar Arif Feridun'u konuk ediyor

Kıbrıs Postası - 22 Mart 2012

28 Mart Çarşamba akşamı saat 18.00’de başlayacak etkinlikte Arif Feridun’un “Unutulmasın Diye” isimli kitabı tanıtılarak 1940’lı yılların Baf kasabasına bir yolculuğa çıkılacak.

Arif Feridun, 1935 yılında Baf’ın Poli köyünde dünyaya geldi. İlkokulu Poli’de, ortaokulu Baf’ta, liseyi Lefkoşa’da, teknik Üniversiteyi ise İsatnbul’da okudu. Almanya ve İngiltere’de stajlarını tamamlayıp 1960 yılında mimar oldu. Mimarlığın her türlü uıygulamasını denedikten sonra 20 yıl Doğu Akdeniz Üniverstesi’nde öğretim görevlisi olarak çalıştı.

“Unutulmasın Diye” isimli kitabında 1935-1950 yılları arasında Baf, Poli ve civarında süregiden yaşam biçimini, gelenek görenekleri, ilginç kişilikleri, yaşanmış ilginç anıları, velesbitleri, oyuncakları, düğünleri anlatan Feridun, kitabını “hasret dolu anı fotoğrafları” ile de zenginleştirmiş.

Kitabında kendisinin ifade ettiği biçimiyle: Şimdi “Sana mı düştü edebyat yapmak elinin çamuruynan, kerpiçiynan?” diyeceksiniz. Asla öyle bir savım yoktur. Kitabımın ta en başında da bunu belittim. Aralarında uzun yıllar ve hayatımın en güzel günlerini yaşadığım gençlerimizle bir hoca olarak diyalog kurabilmem için, onlara her şeyden önce kim olduğumu, hangi yaşam biçimi içinde yoğrularak bu güne geldiğimi anlatmam gerekirdi ve ben bunları her sohbette değişik yönleri ile anlattım. Onlar da hoşlanır veya ilgilenir gibi göründüler bana... Bu beğeni ile unumu eleyip, eleğimi astıktan sonra bazı bilinmeyenleri de toparlamaya çalıştım. Giderayak, bilincimin kayıt ucunun en iyi kaydettiklerini ve hafızama yerleşmişleri “Hade bir anlatayım da unutulmasınlar” veya “Olur ya, ben de unutmayayım” diye not etme sevdasına kapıldım. Emekli olduktan sonra bol vakitli bu emekleme döneminde de böylece bir işe yaramış olayım dedim. Zaten başkaca ne yapabilirm ki?

Anı türündeki edebiyata ve kaybolmaya yüz tutmuş bir dönemin yaşam biçimlerine ilgi duyan herkes, 28 Mart Çarşamba akşamı saat 18.00’de başlayacak olan etkinliğe davetlidir.

Arif Feridun'un "Unutulmasın Diye" Yazdığı Kitap

Kıbrıs Postası - Eşref Çetinel - 12 Şubat 2012

Bir süre önce Hüsnü Feridun’nun 1932’lerle 1960’lı yılları kapsayan “Kıbrıs Türk Eğitim Tarihinden  Bir Ömür” adlı kitabından söz ettiydim.  Bir belgesel ve kaynak kitap olması  yanı sıra,  söz konusu  dönemin sosyo ekonomik  durumunu da tarihi gelişimi ile anlatan bu kitap bir yandan da  “Feridun’lar ailesinin” biyografilerini içermesi açısından   ilginçti. Çünkü kitap bir Hükümet Eczacısı olan baba Ahmet Feridun’un çok iyi yetiştirdiğini anladığımız dört erkek evladından da söz ediyordu. Hepsinin  de uyanık ve entelektüel bir babanın sayesinde nasıl Kıbrıs Türk toplumunun üst kademelerine başarıları ile katıldıkları gerçeğinde…  Hukukçu,  eğitimci,  mimar…

VE ARİF FERİDUN:  Hüsnü,  Oktay,  rahmetlik olduğunu öğrendiğimiz Kemal kardeşlerin en küçüğü.  Ki doğumuyla ilgili şöyle diyor: “…Tekne gazıntısı derler  ailenin sekiz yıl aradan sonra gelen son çocuğuna. Kaç yaşında olursanız olun,  adınız hep böyle sıcak,  sevgi dolu bir ifade ile anılır.”

Ve Arif Feridun  ekler:  “Tekne gazıntısı nedir, bilmiyorsanız anlatayım: “Ekmek hamuru teknesinde kalan son hamur kırıntıları toplanır,  güya şekillendirilir,  ve ortaya bir şeye benzemeyen ihtiyaç fazlası ve zoraki oluşturulan biçimsiz bir şey çıkar ya…”

Arif Feridun kendini öyle takdim eder ama değil elbet.  İngilterelerde Mimarlık üzerine ihtisas yapmış, DAÜ’de yirmi yıl öğretim görevlisi olarak yüzlerce öğrenci yetiştirmiş,  tutun ki  bildikleri ile becerilerini Kıbrıs Türk halkı ile paylaşmış bir  “duayen”  yahut  “akil adam.”  Nitekim emekliye ayrıldıktan sonra da  “Unutulmasın Diye”  kitabını yazmış… 

KAPILAR AÇILDIKTAN SONRA: 2003 yılında vakta ki Kuzey-Güney kapıları açıldı ve insanlar 29 yıl sonra ilk kez doğup büyüdükleri,  yetişip dürüdükleri köylerini kentlerini görmek için Güney’e aktı;  belki farkında değiliz ama pek çok değişikliklerle başlayan yeni dönemler yanı sıra,   hatıraların anlatımları da yoğalıp çoğaldı… Gazete sayfalarından  taşarak  “kitaplar”  haline gelen hatıralar,  tutun ki  insanların göç yollarında savrulurken  sadece vatanlarını kaybetmenin hüznünü değil,  yaşadıklarını yaşatmayı  da  yansıttılar.  
Kendisine “tekne galıntısı” diyen Feridunlar ailesinin 1935 doğumlu Arif Feridun’un  “Unutulmasın Diye”  adlı kitabı da öylesi bir yansıtmayı hedeflemiş. 

Kapıların açılmasından sonra doğduğu yer olan Baf’ın Poli kasabasına gitmiş,  hatıralarını tazelemiş,  yaşadıklarını yeniden yaşamış ve   “Unutulmasın Diye”  kitabını yazmış… 

Çok da  iyi yapmış. 1974’den önce iki kez içinden geçerken bir iki saatlik mola verişlerde  gördüğüm  fakat bu kadarlık bir seyirle bile  her fırsatta hayranı olduğunu söylediğim Poli…

Arif Feridun’un kitabını, sadece bir karesini gördüğüm kasabanın çoktan flu hale gelmiş hatıralarımdaki haliyle okudum… Ve bir kez daha anladım: İnsanlar pek alâ da savaşmadan hatta kardeş kardeş ve arkadaşça yaşayabilirler. Ve şunu da anladım. “Fakat bu Rum’la değil !” İnsanlara  Türk’ü Rum’u ile adayı zehir zakkuma çeviren bu Rum liderliği ile asla! 

NELER ANLATMAMIŞ Kİ:  Poli’nin  her halde hemen yamacında  safiyesi olması gerekir.  Podamuz’u anlatıyor ki Arif Feridun, bitiremiyor…

Öte yandan babasının İngiliz döneminde bir devlet memuru olması nedeniyle sürekli  ailecek bir yerlerden bir yerlere  tayin edilmenin kaçınılmazlığında taşınıyorlar. Arif Feridun bunları da koyuyor kitabına.  Ve o yılların Lefke’sini,  Mağusa, Girne’sini de  okuyoruz. 

Anlatımlarında sadece hatıraları ile yetinmiyor.  Kendini de dolayısıyle ruhunu katıyor. Ve okurken kitabı, şunu yakalıyoruz satır aralarında: Arif Feridun kendisi ile de dalga geçmesini bilen dolayısıyle kendisi ile barışık bir insan… Alabildiğine mütevazi. Hatta neredeyse böyle bir kitap yazdığı için özür dileyecek kadar. Ve hep ekliyor. Ben edebiyatçı falan değilim. Sadece “Unutulmasın Diye” yazdım… Oysa ben hâlâ ısrarlıyım: İyi ki yazdın… 

Bu memlekete en azından  ve yeniden bir “Poli”  kazandırdın. Yanı sıra Kıbrıs Türk halkının en az Rum halkı kadar bu adada yaşama hakkı olduğunu koydun ortaya o hatıralarınla…

Ve Arif Feridun kitabının sonuna  ek sayfalar açıp “Poli’den deyişler” başlığı ile yöre diline oturmuş kelimelerle anlamlarını da açıklar. Bu çok önemli olması gereken çalışmasını da şöyle takdim eder: “Atalarımızın mirası olan aşağıdaki derlenmiş sözcüklerin bir kaçının dışında tümünün Türkçe kökenli olduğu hususunun dikkatlerinizden kaçmadığına eminim.” Gerçekten de öyle. O kelimeleri çoğunluğunca bizim de Mağusa’da kullandığımızı hatırlarız.

Kısaca Arif Feridun’un “Unutulmasın Diye” kitabını okursanız çok seveceksiniz diyorum…   
(Not:  Arif Feridun’un kitabını ve yanı sıra daha pek çok kitapları  arkadaşım, meslektaşım Turhan Zihni gönderdiydi.  Kendisine bu vesile ile teşekkür ederim…)

Söyleşi ve imza günü

Büyütmek için resme tıklayınız...
Büyütmek için resme tıklayınız...

28 Kasım 2011 - 12:30 

D.A.Ü Mimarlık Fakültesi

Yeni Düzen Sanat

Yeni Düzen Gazetesi - Yurdagül Akcansoy - 11 Eylül 2011

Bu hafta sizler için bir seçki hazırladım. Eylül ayı ile birlikte ülkemizde de bir çok yeni kitap yayınlandı. Bu hafta özellikle onlara yer verdim. Işık Kitabevi’nin 24 yaşında olan kitap fuarı serın Lefkoşa akşamlarında edebiyat, sanat ve siyaset ile hayatımıza renk katmaya devam ediyor. İzleyebildiğim, dinleyebildiğim iki söyleşi Ruşen Çakır ve Müge İplikçi’nin söyleşileri gerçekten çok güzeldi. Sığlıkla, tekdüzelikle boğuştuğumuz, akıl tutulmaları yaşadığımız şu günlerde hayatımızda edebiyat yeni bir renk yeni bir soluk oldu... Mutlu haftalar...

Yeni çıkanlar :

Unutulmasın Diye - Arif Feridun, Kitap Matbaacılık

Anılar geçmişimize ışık tutar ve yarında olanlara, yaşayanlara  bizi anlatır. Onun için kayıt altına alınmaları, kitaplaştırılmaları çok önemlidir. Arif Ferudun kitabında 1940’lı yıllardan başlayarak özünde kendi anılarını anlatırken Kıbrıslı Türklerin tarihine de ışık tutuyor. Poli, Poli’de yaşam, çocukluk, II. Dünya Savaşı, nişan ve düğünler, insan ilişkileri... Eski günlere gitmek hatırlamak, unutmamak ve unutulmamasını sağlamak için...

"Unutulmasın diye..."

Kıbrıs Gazetesi - Ahmet Tolgay - 17 Agustos 2011

Polili Feridun kardeşler, Kıbrıs'ın zor dönemlerinde kendi pırıltılarını üreterek yetişmiş ve o pırıltılarıyla toplumumuzun çetin günlerini aşmasına kendi alanlarinda katkı koymuş muhteşem bir aydınlar dörtlüsüdür. 

Kemal Feridun, Oktay Feridun, Hüsnü Feridun ve Arif Feridun... Hukukumuzun duayeni Oktay Feridun ile eğitimimizin duayeni Hüsnü Feridun'u yakından tanıyabilme şansını yakaladım. Muhteşem dörtlünün yaşça en büyüğü eczacı merhum Kemal Feridun ile en küçügü eğitimci mimar Arif Feridun'la yakınlaşma olanagını ise hiç bulamadım. 

Küçük kardesleri Oktay ve Hüsnü Bey'lerden hakkında çok seyler dinledigim Kemal Bey'l yakından tanıyabilmem artık olanaksız. Çünkü aramızdan ayrılalı çok oldu. Arif Feridun'u ise şimdilerde "Unutulmasın Diye..." adlı yeni çıkan anılar kitabından öyle bir tanıdım ki... Kıbrıs'in bağrından çıkmış ve yazarlık yeteneği gizli kalmış duyarlı, gözlemci ve etkileyici bir anlatıcı o... Keşke eline kalemi almak Için 76'nci yaşını beklemese ve çok daha önceden yazarlık yeteneğini devreye koysaydı... Bunu yapmış olsaydı, Kıbrıs Türk edebiyatı ürünleriyle sivrilen değerli bir yazarı çoktan kazanmış olacaktı. 

Onun; Kıbrıs'ın yakın tarihine ilişkin önemli ayrıntılarla yüklü bu 254 sayfalık anılar kitabını yazıp bizimle buluşturmasi bile, anlatım yeteneğini ve birikimini saptayan yakınlarının sürekli teşvikiyle oldu. Iyi ki onu bu ise teşvik ettiler, iyi ki onu yazmaya zorladılar... Zengin birikimini kendine özgü espritüel ve sıcak diliyle yeni kuşaklara aktarırken, dığer Feridun kardeşlerde de tanik oldugum içtenligi ve tevazuu hiçbir satirinda terk etmiyor. Mimarlıgın aklımıza gelecek her türlü uygulamasını denedikten ve 20 yil da DAÜ'de hocalik yaptiktan sonra huzurlu bir emeklilik dönemine girdigi bugünlerde anilar kitabini yazmaya soyunmasini "Sana mi düstü oturup edebiyat yapmak elinin çamuruynan, kerpiçiynan?" diye hafife alıyor haksızca... 

Evet; giderek kaybolmakta olan o saf ve özgün Kıbrıs Türk kültürünü nesilden nesle yasatacak belgesel kitapları yazmak Arif Feridun gibi birikimli ve duyarlı aydınlarımıza düser. Tevazuun bu kadari gereksizdir. 

Çekingenlikve üretimsizlik, aydının hem kendine, hem de toplumuna yaptıgı haksızlıktır. 

Arif Feridun, konuya üçüncü yasinin anilariyla girerek Polili köklü bir ailenin sosyal yasamda iz birakan serüvenini anlatırken, 1935'den 60'Ii yillara uzanan bir zaman kesiti içindeki Kıbrıs Türk sosyal yasaminin da etkileyici bir panoramasını çiziyor. Mimarlıgından gelen ustalıkla mekan, zaman ve insan manzaralarını çok etkileyici bir anlatimla gözlerimizin önüne ve bellegimize tasırken, damagimizda öz be öz Kıbrıslı bir kalemin tadini bırakıyor. Kıbrıs Türk dilini deyimleriyle birlikte satırlarına harmanlamıs olması, kitabin özgünlügüne ayri bir zenginlik ve lezzet katiyor. Kullandıgı Kıbrıslı Türk sözcükleri ve deyimieri bilmeyenlere 

açiklayabilmek için kitabinin sonuna 20 sayfalik bir "deyisler" bölümü eklemeyi de ihmal etmedi. 

Aydin ve çagdas düsünceli eczacı bir babanın oglu olarak ilkokulu Poli'de, ortaokulu Baf Kasabası'nda, liseyi Lefkosa'da, Teknik Üniversite'yi Istanbul'da okuduktan sonra Almanya ve Ingiltere'de stajlarını tamamlayarak 1961'de meslegine baslayan Yrd. Doçent - Yük. Müh. Mimar Arif Feridun, basta Poli olmak üzere, ayak izlerinin bulundugu yörelere dair tarihsel anılarını ve gözlemlerini anlatırken, kalıcı bir dönem belgeselini de yazınımıza kazandırmıs oluyor. Ikinci Dünya Savası'nın Kıbrıs'a etkilerine dair sayfalarda, çilelerle yüklü bu adamızın, en zor yıllarını nasil astıgının ilginç gerçekleriyle yüzlestiriliyoruz. 

Okuyucuyla yeni bulusturulan ve büyük ilgi görecegine inandigim "Unutulmasin Diye..." adlı bu anılar kitabı, Kıbrıs Türk kültür belleglni olusturma devinimlerimize yeni bir soluk getiriyor. Yazarını kutlarım ve eline aldıgı kalemini bırakmamasını dilerim. Kitabın düzenlemesini ve baskısını Galeri Kültür yaptı.

Okunmalı

Kıbrıs Gazetesi - Yıltan Taşçı - 6 Agustos 2011

Arif Feridun’un “Unutulmasın Diye” kitabı Galeri Kültür düzenlemesi ile çıktı. Akif Feridun, kitabında 1935 -1950 dönemini, özellikle de her şeyin süratli bir değişime girdiği İkinci Dünya Savaşı yıllarındaki çocukluk yıllarının yaşam biçimlerini, bireylerin birbirleriyle ilişkilerini, doğup büyüdüğü Poli’deki günlük yaşam öykülerini ve sorunlara yaklaşım gerçeklerini işliyor. Anlattıklarının birçoğu kendi yaşadıkları ya da belleğinde kalanlarla kendisine anlatılanlardan harmanladığı anılar.
Feridun, kitabının önsözünde “Okuyacaklarınız kaybolmaya yüz tutmuş bir dönemin yaşam biçimlerinin, unutulup gitmeden ve aklımda kaldığınca telaş içinde not edilmesidir ki onları da ben yaşadım ve hatırımda kalanları buraya aktarmaya çalıştım.” diyor. İyi ki aktarmış; çünkü aktarılanlar  anı olmakla birlikte tarihe not düşen birer belgedir bir bakıma.
Fotoğrafların yanı sıra, o dönemdeki deyimlerin ve sözcüklerin kitabın sonuna eklenmesi de ayrı bir zenginlik katmış kitaba. 
Çok akıcı bir anlatımı var Arif Feridun’un. Okurken sıkılmıyorsunuz. Mutlaka alıp okuyun. Hele de Polilliyseniz…

Arif Feridun, Kıbrıs, Unutulmasın diye, Kaldığımız yerden, kitap, makale, mimar, Poli, Lefkoşa, Girne, Doğu Akdeniz Üniversitesi, Gazete, Galeri Kültür Kitabevi, Işık Kitabevi, Khora Kitap Cafe, Deniz Plaza...